Varlığımız sömürenlere armağan olsun!
Savaşırken ölmek şans, madende ölmek büyük fedakârlık. Fedakârlık yoksulun işi kuşkusuz, mülk sahipleri ise o fedakarlığın sunulacağı koşulları hazırlar!
Modern tarihin en büyük ve usta işi yalanlarından biri herhalde kapitalizmin 'serbest piyasa' ilkesidir. Demokrasinin ve demokratik hükümet sistemlerinin mucidi olan burjuvazinin, dünya ve insanlık tarihi bakımından son derece 'yeni' sayılabilecek marifeti. Feodal üretim ilişkilerinin bağrında doğup onu ve ilişkili her şeyi yerle bir eden, kapitalist üretim biçimini kendinden önceki dört ana üretim biçiminden farklı olarak yeryüzüne yaygınlaştırmayı başarabilen sınıf. Marx ve Engels'in Komünist Manifesto'sundan bir kez daha:
“Burjuvazi tarihte son derece devrimci bir rol oynamıştır. Burjuvazi, iktidara geldiği her yerde bütün feodal, ataerkil, kırsal cennet fantezilerine hitap eden ilişkileri kırıp geçirdi. İnsanları doğal amirlerine bağlayan envai çeşit feodal bağları acımaksızın koparttı, insanla insan arasında çıplak çıkardan, duygusuz 'peşin ödemeden' gayrı bir bağ da bırakmadı geriye. Dindarâne cezbeyi, şövalyece tutkuyu, dar kafalı orta sınıf hüznünü, bencil hesapçılığın buz gibi soğuk suyunda boğuverdi. Kişisel onuru değişim değerine çevirerek feshetti, kâğıda geçerek kazanıma dönüşmüş sayısız özgürlüğün yerine vicdansız bir ticaret özgürlüğünü geçirdi. Sözün kısası, dinsel ve politik illüzyonlarla perdelenmiş sömürünün yerine, utanmaz, doğrudan, kuru sömürüyü koydu.” (Komünist Manifetso, çeviri ve sunuş Tanıl Bora, İletişim, 2018)
Burjuvazi ve kapitalizm yüz yıllar içinde değişti, dönüştü haliyle. Burjuva ideolojisi, özel mülkiyet, liberalizm denildiğinde ilk akla gelen düşünür olan John Locke'un ölüm tarihi, 1704. Buhar gücüne, makinelerin insanı yutmasına, fabrika ve modern işçi sınıfına, örgütlü işçi mücadelesine, sendikalara vs. var daha o tarihte. Sanayi Devrimi, öncesinde var olan ilişkileri alt üst ederken kendisiyle mücadele edecek ve nihayetinde koltuğundan edecek sınıfı da o ilişkilerin bağrından çıkardı.
Yüz yıllar boyunca değişmeyen ise, giderek daha fazla kâr elde etme isteği ve bunun için yapılabilecek her neyse onu yapmak. Hammadde gereksinimi varsa savaş çıkarıp milyonlarca insanı yok ederek başkasının yurdunu işgal etmek, sömürgeleştirmek, ucuz işgücü gereksinimini uzak diyarlarından siyahları getirip köleleştirerek karşılamak, kadınları çocukları ölümüne çalıştırmak, bir süre sonra örgütlenmeye başlayan ezilenleri kriminalize etmek için türlü yöntemler uygulamak, yakıp yıkmak ve yapısal-dönemsel krizleri aşmak için hiçbir acımasızlıktan, hatta gerektiğinde faşizmi icat edip halkları cani ruh hastalarına mahkum etmekten bir an olsun çekinmemek...
Kuşkusuz yalnızca baskı ve şiddetle bunca zaman 'hâkim' kalamaz bir sınıf. Cilaya da gereksinim var. İnsanoğlunu, ömür boyu çılgınlar gibi çalışarak hiçbir şeye sahip olamamanın erdemine ikna etmek gibi bir büyük başarı, ancak büyük ve karmaşık bir organizasyonla mümkün. Hiç kimse aptal ve yeteneksiz olmadığına göre... Birinin, üretim araçlarını elinde tuttuğu için hiç emek harcamadan büyük servetlere kavuştuğu; diğerinin, üretim araçlarına sahip olmadığı için çok çalışıp hiçbir şeye sahip olamadığı, zar zor karın doyurabildiği dehşet verici bir saçmalığı vazgeçilmez ve kaçınılmaz bir durum olarak gösterebilmek, hakikaten akıl almaz bir başarı. Büyük bir yalan örgütlenmesi gerektiren bir başarı. Tüm sistem, ortalama insanıyla, siyasetçisiyle, medyasıyla, okur yazarıyla, bürokrasisiyle... kılcal damarlarına dek, insanı böyle bir zırvaya ve acımasızılığa ikna etmek üzere kurulmuş durumda. Propaganda, muhtelif ikna teknikleri, yetersiz kaldığı yer ve anlarda başvurulan çıplak şiddet, belli bir tarihten sonra 'halkla ilişkiler', her alanda 'münasip' insan ve kurumların el üstünde tutulması ve tabii, siyasetin eşsiz işlevi.
Siyaset ve siyasetçi... Eh, savaş çıkarıp sağa solu işgal edeceksiniz, bir insan nasıl olup da başkasının toprağına gidip durup dururken, hiç tanımadığı ve kendisi gibi yoksul olan bir diğer insanı öldürebilir! 'Milliyetçilik' hiç fena fikir değil, hem yabanilere, az gelişmişlere biraz medeniyet ve özgürlük götürmenin ne zararı olur ki. Fakat Fransa'dan tüm kıtaya ihraç edilen milliyetçilik her zaman yeteri kadar etkili olmayabilir, bu yüzden din sosu da eklemek gerekir. Mussolini Papa ile anlaşır, Vatikan kurulur, okullara haç asılır, savaş esnasındaki büyük suçlar da biraz görmezden gelinir. Hem Kilise, tarihi boyunca aynı şeyi yapmamış mıydı! Savaşırken ölmek şans, madende ölmek büyük fedakârlık, hasta bakarken ölmek, inşaatta ölmek, gemi yapımında ölmek... Fedakârlık yoksulun işi kuşkusuz, mülk sahipleri ise o fedakarlığın sunulacağı koşulları hazırlar! Onlarınki de az buz fedakârlık değil aslına bakılırsa, yoksula ölmeyecekleri kadar ekmek veriyorlar! Ne büyük bir ideolojik başarı değil mi sizce de, günde on iki saat çalışan ve mülk sahibi olmayan birinin, o çalışma karşılığında kendisine ekmek verildiğini düşünüp müteşekkir oluşu.
Sömürü çarkının dönebilmesi için bir de 'büyük' devlet adamlarına gerek var. Etkileyici nutuklar atan, kitleleri peşinden sürükleyebilecek büyük siyasetçilere. Ordularını 'vahşinin' üzerine sürebilecek büyük, kahraman komutanlara. Yalanı ve acımasızlığı yalanlarla kapatacak büyük ve afili gazetelere, dalavereci yazarlara, şöhretli medya patronlarına. Sürekli yalan söyleyen, sömürünün görünmez hale gelmesi için kırk takla atan, bunun için kendi dünyalarında süslü püslü sömürü çarkları icat eden bilim insanlarına, akademiye... Bakın daha geçen ay, sigaranın korona riskinin azalttığına dair makale yazan iki 'bilim insanının' sigara firmalarıyla ilişkisi çıktı da, makaleyi kaldırdılar!
Tabii bir de bu serbest piyasa yalanına direnenler oldu iki yüz yıldır. Yönetenler onları ezmek için elinden geleni yaptı, türlü tuzaklar tahayyül etti, o tuzakları bir gün kaba güçle, beriki gün 'hukuk' ile kurdu. Örneğin bugün demokrasinin 'olmazsa olmaz'ı kabul edilen 'genel oy' (herkesin oy hakkına sahip olması) -kadınlar dışında- yeğen Napoleon döneminde Fransa'da kabul edildi. Kötü mü oldu, hayır kuşkusuz; ancak kabul edilmesinin gerekçesi o esnada Avrupa'yı sarsan işçi sınıfının karşısına 'tutucu' Fransız köylüsünü çıkarmaktı. İsteğini aldı hükümdar ve o köylünün kalabalığı sayesinde imparatorluğunu ilan edebildi. Nitekim 'genel oy,' bir iki istisna dışında (ki o istisnalar da kısa sürede tasfiye edildi, Şili'de Salvador Allende gibi) tarihi boyunca her zaman burjuvaziye hizmet etti.
Muhterem okur, bu kadar gevezeliğin nedeni yalnızca oturduğum yerde sinirlenip durmam değil; asıl olarak bir 'söyleşi' ve bir 'belgesel'den söz etmek istiyorum. Çok iyi bir söyleşi ile nefis bir belgesel. Bu hafta 'devlet yapamıyorsa aşıyı biz alalım' önerileri üzerine bir iki satır yazacaktım. Aşı sohbetleri esnasında, Türkiye liberallerinin devlete, topluma, sosyal haklara ve zihinlerindeki fantastik 'komünizm' ve 'komüniste' ilişkin söylemlerine bakınca... Sosyalist düşünürleri geçtim; John Locke, Adam Smith, Hayek filan mezarlarından çıkıp “yahu sakin olun, devir çok farklı artık, bakın Bilişim Devrimi üretim ve verimliliğin mantığını değiştirdi, hem o görünmez el o kadar da görünmez değildi!” dese, memleket liberalini ikna edebileceklerini zannetmiyorum! Bu arada geçen hafta küresel sermayenin popüler yayın organlarından Financial Times'ta 'sol düşüncenin sağ ideoloji karşısında kazanmakta/güçlenmekte olduğuna' dair kısa bir makale-görüş yayınlandı. Daha önce de yurttaşlık gelirinden vs. söz etmişlerdi. Her neyse...
Söyleşi, hekim Osman Elbek ile yapılmıştı. Belgesel ise Ümit Kıvanç'ın. Yıllar önce haberdar olduğum, sonra unuttuğum, iki gün önce 2021 versiyonunu seyredip bir kez daha heyecanlandığım, madencilere ve türlü sömürü çarklarına, kendi tabiriyle “vicdan ve serbest piyasaya dair” bir film çalışması: “16 ton”. Mutlaka seyretmenizi rica ediyorum.
Haftaya aynı konuya, söyleşi ve belgesel üzerinden devam edeceğim.
Başladığım gibi bitireyim, yine Komünist Manifesto'dan: (gereken yapıldıktan sonra!)
“Sınıfların ve sınıf çelişkileriyle eski burjuva toplumunun yerini, herkesin özgür gelişiminin başkasının da özgür gelişimi demek olduğu bir birliktelik alır.”
Bir video önerisi: Milliyetçi, anti-komünist hezeyanların bu ülkeye nasıl zarar verdiğine, ne kaybettirdiğine ilişkin bir belgesel seyretmek isterseniz, 13 Nisan’da vefat eden çok değerli ‘halk bilimci’ İlhan Başgöz’ün, yaşamını anlattığı şu etkileyici videoyu, başından sonuna sabırla seyretmenizi öneririm. Üniversite tarihiyle ilgilenenler mutlaka görmeli!
Murat Sevinç Kimdir?
İstanbul'da doğdu. 1988'de Mülkiye'ye girdi. 1995 yılında aynı kurumda Siyaset Bilimi yüksek lisansına başladı ve 1995 Aralık ayında Anayasa Kürsüsü asistanı oldu. Anayasa hukuku ve tarihi konusunda makaleler ve bir iki kitap yayınladı. Radikal İki ve Diken'de çok sayıda yazı kaleme aldı. 7 Şubat 2017 gecesi yüzlerce meslektaşıyla birlikte OHAL KHK'si ile Anayasa ve hukukun bilinen ilkelerine aykırı bir biçimde kamu görevinden atıldı.
Amaan geçecek geçecek, vallahi en güzel günleriniz! 12 Ekim 2021
O muhafazakâr aynaya bakıp biraz da kendi haline dertlensin... 05 Ekim 2021
Endişeli muhafazakâr, geçenlerde Validebağ'a moloz döktü! 28 Eylül 2021
Yurtsuz öğrencilik ve av olmaması gereken yurttaş... 23 Eylül 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI