Varoluş vakumuna kapılan gençler
Her acıda ayrışmayı başarabilen tek ülke olarak tarihe geçmeseydik ne olurdu? Türkiye, gençlerine gerekli maddi ve bilişsel yatırımı yapmazsa, onlarla doğru diyalog mekanizmaları kuracak yaygın bir anlayış geliştirmezse, genç kadınlarını korumazsa sadece bugünü değil yarını da yitireceğiz.
Türkiye’nin farklı noktalarından gençlik trajedileri yükseldi bu hafta başında. Avaz avaz bağıran, gelişi yıllardır ardında bıraktığı güçlü ayak izlerinden bilinen kolektif bir regresyon hali... Politize olmuş bir geleneksellik ve uygarlığa dair referans çerçevelerinin bulanıklaştığı bir ortamda, insanların çevrelerini narsistik şekilde algıladıkça artan saldırganlık ve bu saldırganlığın öznesi olanların tutunacak dallarının kalmadığı o çaresizlik hali...
Sosyal medya üzerinden uzun zamandır eski nişanlısı tarafından tehdit edildikten sonra ısrarlı takip sonucu silahlı saldırıyla katledilen 28 yaşındaki avukat Dilara Yıldız, maddi durumları iyi olmasına rağmen yurtta kalan ve “özgürlüğünüz elinizden gitmiş gibi hissediyorsunuz” diyerek canına kıyan 20 yaşındaki tıp fakültesi öğrencisi Enes Kara...
Hepsi ve daha nicesi bu Guernica tablosunun parçaları. Dilara’nın da, Enes’in de, birkaç ay önce Denizli’de erkek arkadaşı tarafından boğazı kesilerek öldürülen Şebnem Şirin’in de, katledilen daha yüzlerce kadının ve gençlik düşleri devasa bir iğneyle patlayan yüzlerce, binlerce gencin sesini duymakta geç kaldık.
Bu düzene veya düzensizliğe mecbur bırakılan kaç genç bu sabah kalbinde büyük bir çıkmaz sokakla uyandı? Sesini duymadığımız, duyuramayan, gençlikleri ve hayatları çalınan, yaşama sevinci öldürülen daha binlercesi olduğuna eminim.
Bu şiddet sarmalı ve kaygı ortamından çıkmanın yolları belliyken, hiçbir şey yapmamanın, dahası hiçbir şey olmamış gibi davranmanın toplumsal maliyeti giderek büyüyor.
Konuşsaydık, görseydik, önyargılarımızın körlüğünden kurtulup anlamaya çalışsaydık, gerçekten sevseydik, dilsizliğin lanetinden kurtulabilseydik, içine kapanan çocuğumuza kulak verseydik, anlamayı bir umut ve anlaşılmayı da bir hayal düzeyinde bırakmasaydık neler değişirdi?
Tehlikenin ayak seslerini duyan, başka onlarca kadını mahkeme koridorlarında şiddet ve kötü muameleden kurtaran kadına daha etkili bir koruma duvarı örseydik, hayatın akışı ne yönde olurdu?
Gençlerin yaşadığı güvencesizlik ve çözümsüzlük haline, gelecek hayalinin tümü yanan bir gencin yangınına su taşımak, yeni bir anlatı inşa etmesine yardımcı olmak neleri değiştirirdi?
Her acıda ayrışmayı başarabilen tek ülke olarak tarihe geçmeseydik ne olurdu?
Türkiye, gençlerine gerekli maddi ve bilişsel yatırımı yapmazsa, onlarla doğru diyalog mekanizmaları kuracak yaygın bir anlayış geliştirmezse, genç kadınlarını korumazsa sadece bugünü değil yarını da yitireceğiz.
Türkiye’de gençlerin temel gereksinimi, ebeveynlerinin narsistik beklentilerini karşılayacak varlıklar, hatta bir tür “proje” olarak görülmek değil, daha çok anlayış görmektir.
“Genç yalnızlığı” sadece hayallerini ve kendini gerçekleştirememek değil, onu suça, türlü bağımlılıklara ve uç durumlarda intihara sürükleyen bir kaos. Kendini öz ailesi tarafından yapayalnız bırakılmış hisseden genç, dış dünyanın zehirleyici uyaranlarına karşı kendini koruyamadığı noktada depresyona, kendine ve dışarıya yöneltilen kızgınlıklara sığınıyor.
Genç, kalan son gücüyle tıpkı bebekliğinde olduğu gibi özerklik denemelerinde bulunuyor ve bu denemelere karşı ebeveyn –gelenekler, ahlak, ekonomik koşullar veya ailevi dinamikler gerekçesiyle– sınır koydukça gencin içindeki boşluk ve anlamsızlık duygusu daha da büyüyor.
Bazen tek çözüm, ekonomik gücü varsa, alıp başını yurtdışına gidip yepyeni bir hayat kurmak oluyor. Lakin bir yandan özgür iradesinin gasp edildiği bir ortamda aileye maddi bağımlılık, diğer yandan gencecik yaşta hayallerine tutunacak içsel gücü bulamama hali, ardında bir mektup ve çaresiz bir video bırakarak bu dünyaya buruk bir veda selamı göndermekle noktalanıyor.
Ya da aylar önce eski nişanlısının tehdit mesajına karşılık gerekli uzaklaştırma kararını çıkarmasına rağmen, bir restoranın ortasında kendisine yöneltilen silah ile tüm avukatlık ve gençlik hayallerine elveda diyor. Toplumda kadın olmaktan kaynaklanan güvencesizliği canıyla ödüyor.
Holokost'tan kurtulan Yahudi nörolog ve psikiyatr Viktor Frankl’ın “varoluş vakumu” (existential vacuum) dediği şey bu. İnsanın kendine ve dünyaya inancını yitirmesi, özgürlüğün bile anlamını yaşantısına yansıtamaması, sezgilerine yabancılaşması, başkalarının ondan yapmasını istediği şeyleri yapmakla sınırlı bir yaşam sürmesi ve dünya üzerindeki varlığını artık anlamsız görmesi... Frankl bunu “uçurumu deneyimlemek” olarak niteler.
İstanbul Politik Araştırmalar Enstitüsü (IstanPol) ve Friedrich Ebert Stiftung Türkiye Temsilciliği desteği ile 2020 yılında yayımlanan “Türkiye’de Gençlerin Güvencesizliği: Çalışma, Geçim ve Yaşam Algısı” başlıklı rapor bu açıdan oldukça kritik veriler içeriyordu. Keşke yöneticiler açısından da, bu ve benzeri bilimsel raporlar bir kılavuz niteliği taşısaydı...
Çalışma koşullarının ideal olmadığı, dayanışma ağlarından yoksunluğun arttığı bir ortamda rapor kapsamında görüşülen gençler, yöneticilerin keyfi uygulamalarına karşı yalnız ve kırılgan olduklarını ifade ediyorlar. Ortak hisleri; endişe, stres ve gelecek kaygısı. Hatta bir genç, “iyi değilim, ama kötü de değilim; bu belirsizlik insanı rahatsız ediyor” derken, bir diğeri “ben sürekli gergin ve endişeliyim” diyor.
Gençler, eski nişanlılarının o anki ruh haline göre namlunun ucunda ölümle yaşam arasında bir tercihte bulunmaya zorlanırken de, içinde bulunduğu topluluğun ona biçtiği yaşam modeli ile kendi hedeflediği bilimsel derinleşme arasındaki karşıtlıktan dolayı yoksunluğa sürüklenirken, mezun olduğunda uğrayacağı mobbing’i daha şimdiden öngörürken de işte bu varoluş vakumunun içinde yok olmayacak kadar değerli.
Gençlerin güvencesizliği ile özgürlükler meselesi iç içe geçmiş durumda. “Gençler çaresiz hissediyorlar, çünkü çıkış arıyorlar. Temel kaygıları da, özgürlüklerinden mahrum olmaları ve gerek eğitim gerek iş olanaklarındaki belirsizlik”, diyor IstanPol genel direktörü Seren Selvin Korkmaz.
Bu konuda görüştüğüm Korkmaz’ın şu tespiti de çok önemli: “Tıp okuyan bir öğrenci doktor olup kurtulamayacağını düşününce, üzerine psikolojik baskılar da eklenince kendisini çaresiz hissediyor. Bunun çözümü, sosyal devlet anlayışının gelişmesi, gençlere daha nitelikli bir eğitimle, yeni iş becerileri kazandırarak bu kaygılarından kurtulma fırsatı verilmesi.”
Gençlerin özgürce ve nitelikli bir eğitim almalarını, bedava ve kaliteli barınma imkanlarından yararlanmalarını, böylelikle “ideolojik” yurtlardan kurtulmalarını, uçurumun kenarına gelmeden çok önce psiko-sosyal destek hizmetlerine ulaşmalarını sağlamak, can tehlikesi altındayken şiddet karşısında korunma haklarını sağlamlaştırmak, işsizlikle ev genci olma arasında bir tercihte bulunmak zorunda bırakmamak... Tüm bunlar, kamusal birer zorunluluktur.
Can ve gelecek güvencesizliği arasında savrulup giden, potansiyelini ortaya koyamayan, kendisini de bu yüzden gerçekleştiremeyen, ürkek, yılgın ama bir o kadar da dayanıklı ve ümitvar olan gençliğimizi önceliklendiren bir kalkınma modeli oluşturulması, gençleri her türlü baskıdan kurtarmanın da önemli bir aracı olacak.
Toplumsal farkındalığıyla birçok sanatçıya örnek olmasını beklediğim Tarkan’ın Enes’in ardından kaleme aldığı açıklamadaki o güzel sözüyle noktalarsam: “Çocuklarınızın ışığını söndürmek yerine bırakın o ışıkla aydınlatsınlar yüreklerimizi.”