Vasat
Tek adam rejimini yöneten şahsım’ın tek kişilik dev kadrosundaki çoklu kişilikler, bilardo şampiyonluğundan, futbola, sosyoloji guruluğundan, fıkıh alimliğine kadar oldukça geniş bir yelpazede. Ama vasatlığın asıl sembolü muhalefet. Çünkü, Memmi’nin bahsettiği şekliyle, gayri meşru zaferin gerçek bir zafere dönüşebilmesi ancak ötekinin ikna edilmesiyle mümkün.
“Sömürgedeki topluluğun en iyilerinin sürekli oradan uzaklaşması, sömürgede kalanların en sık görülen karakteristik özelliklerinden birisini açıklar: vasatlık” (Albert Memmi)
Türkiye, Osmanlı’nın son dönemleri de dahil, hep vasat bir ülke oldu.
Bu vasatlık, Osmanlı münevverlerinden Türkiye entelektüellerine bakiye kalan temel problematikte de sabittir. Osmanlılar’ın garplılaşma ve terakki diye soruşturdukları, Türkiye’ye, kabaca azgelişmişlik diyebileceğimiz bir hınç yumrusu olarak miras kaldı. Osmanlı’nın ve Türkiye’nin müteşebbisleri, seyfiye ve kalemiye sınıfları, bu yumrunun devasını “devlet nasıl kurtulur?” sorusu etrafında aradılar. Ama kurtuluş genelde bir sefirlikten diğerine, bir pakttan diğerine, kızı vermeden ama dünürü de küstürmeyerekten, uluslararası gerilimlerin kör noktalarında, jeo-strateji ve jeo-politika pazarlamakta arandı. En azından, batılıların Osmanlı’ya ‘hasta adam’ dedikleri Paris Anlaşması'ndan (1856) beri, hizmet sektöründeyiz ve burada en büyük ihracat kalemimiz tampon olup, tamponluk satmak. Önce Rusya’ya, sonra Sovyetler ve Baas’a, karşı ‘hür dünyanın tamponu’ şimdi de Ortadoğu ve Afrika’nın yoksul göçmenlerine karşı, Schengen’in tamponluğunu yaptık, yapıyoruz.
Dünyanın en güzel coğrafyalarından birisini, tampona dönüştürmeyi başarmış tarih ve bu tarihi yapmış olan yönetici sınıflar elbette vasattır. Fakat tüm bu dönemler boyunca, vasatlar ve vasatın da altında kalanlar yetenek, zekâ ve başarı karşısında saygı göstermeyi bildiler, dahası bu bir tür toplumsal normdu, başarı takdir, zekâ gıpta edilen bir şeydi. Hepsinden önemlisi, Türkiye vasat bir ülke olmasına rağmen, zekâ ve yetenek bürokraside, sanatta ve iktisadi alanlarda karşılığını bulabiliyor, istihdam ediliyordu.
Artık Yeni Türkiye’de (ya da Öz Hakiki Türkiye mi demeli?) yeni bir durumla karşı karşıyayız: yetenek, başarı ve zekâ “monşerler” “elitler” “beyazlar” gibi söylemler ile murdarlaştırıldı ve popülist tek adam rejiminin belki de en bereketli kurbanı oldu. Mustafa Emin Büyükcoşkun 2014 yılında yazdığı bir yazıda bu durumu, büyük bir öngörüyle “Yeni Türkiye: Vasatlığın Egemenliği”[1] olarak analiz etti. Sonraları bu vasat sıfatı Vasatlık Terörü gibi değişik tamlamalarla zenginleştirildi.
İşte karşı karşıya olduğumuz bu yeni durum vasatlığın vasati (marjların tam ortası, ortalama) olmaktan çıkıp, kendisini üst sınır olarak ataması ve istihdam, entelektüel hayat, kültürel dünya, sanat, iş hayatı, bürokrasi, aile ve ilişkiler başta olmak üzere toplumsal hayatın her aşamasının buradan hizalanır hale gelmesi. Yani vasatların gerçekten vasati/ortalama olduğu; üst sınırın, yeteneklerden, zekilerden, çalışkanlardan hizalandığı toplumsal yapıdan, vasatın üst sınır kerterizi olarak alındığı toplumsal yapıya.
Kabaca, Yeni Türkiye dediğimiz şey, bu vasatlıktır.
…
Mustafa Emin Büyükcoşkun, bahsettiğimiz yazısında meseleyi Gezi sonrası İslami hareketin AKP’leşmesi ve bunun da bir tür trollük şebekesine dönüşmeye başlaması üzerinden ele alıyor, ki bu bakımdan bu yazı 2015 seçimleri, 15 Temmuz seçimleri ve 2018’den itibaren giderek daha yoğun yaşadığımız siyasi atmosferin iyi bir öngörüsü.
Fakat, Türkiye’nin geldiği durum itibariyle, vasatlık meselesi, AKP ve etrafındaki şebekeyi aşan, toplumsal bir metastas ve bu bakımdan Yeni Türkiye’nin yeni normallerinden birisi gibi görünüyor. Bu görünüme yani, vasatlık ve Türkiye’nin karşılıklı konumlanışları, Albert Memmi’nin “Sömürgecinin Portresi&Sömürgeleştirilenin Portresi”[2] isimli çalışmasında anlattığı biçimde bakılırsa, biraz daha anlaşılır olacak.
Memmi’ye göre vasatlık her şeyden önce, sömürge dünyasının bir tür kaderi ve koloni ilişkilerinin doğrudan sonucudur. Memmi, kolonide bütün sistemin, vasatların uygun yerlere yerleştirilmesi ve onların da burada sonsuza kadar kalmaya çalışmaları üzerine kurulu olduğunu söyler.
“En iyi insanların yitirildiğini daha önce belirtmiştik; ikili bir kan kaybıdır bu, hem orada doğanlar hem de yeni gelenler gider. Bu olgu tam bir felaketle sonuçlanır: vasat olanlar kalır, hem de ömür boyu kalır, çünkü fazla şey ummamışlardır. Bir kez yerleşince, daha iyi bir mevki sunulana kadar (bu da ancak yine sömürgede mümkün olabilir) konumlarını tek etmemeye çabalarlar. Yaygın olarak söylenenin aksine, sömürge personelinin görece istikrarlı olmasının sebebi budur […] Sömürgenin genel havasını belirleyen de vasat şehir halkı olur. Bunlar sömürge insanının gerçek partnerleridir, çünkü sömürge yaşamına ve karşılığa en çok ihtiyaç duyanlar vasatlardır. En tipik sömürge ilişkisi onlarla sömürge insanı arasında oluşur. Bu ilişkilere sömürge sistemine, statükolarına sıkı sıkıya yapışırlar, çünkü sömürgedeki tüm varoluşlarının buna bağlı olduğunu hissederler. Her şeyleriyle ve kesin olarak sömürge üzerine kumar oynamışlardır. […] Bir sömürgede yapılması zorunlu bir hal alan vasatların bu kademeli seçimi, adayların sınırlı olmasıyla iyice kötü bir hale gelir. Yönetme hakkının tek sahibi sömürgecidir; ırkçı ve tekelci bir yasama yoluyla yönetim doğum hakkıyla babadan oğula, amcadan yeğene, kuzenden kuzene aktarılır...” (Memmi, syf. 89)
Şimdi bu paragrafların ardından Yeni Türkiye’nin normallerini düşünelim. Mesela mülakatlar… Atama ve yükseltmelerde bir türlü uygulanmayan kriterleri ya da uygulanmayan idari mahkeme kararlarını, hukuksuz görevden almaları, sürgünleri falan düşünelim. Tüm bunların sonucunda elbette ciddi oranda beyin göçü yaşanıyor, binlerce doktorun Türkiye’den göç etmesi ya da göç etmeye hazırlanmasının ardından[3], yakın zamanda 12 bin akademisyenin yurt dışına göç ettiği[4] bilgisi paylaşıldı, benzer bir durum Türkiye’nin iyi liselerinde de mevcut[5]. Örneğin, 2022 yılında Alman Lisesi mezunlarının yalnızca ikisi Türkiye’de okumayı tercih etti yaklaşık yüzde 97’si yurtdışına çıktı bu oran 10 yıl önce yaklaşık yüzde 42 civarındaydı[6].
Kadıköy Anadolu Lisesi, Boğaziçi Üniversitesi, ODTÜ, Kandilli Rasathanesi gibi kendine ait kurumsal yapısı olan kaliteli kurumlara karşı yönelmiş öfkenin, ticari, siyasi, dini, milliyetçi, bürokratik katmanları ise tek adam popülizminin yakıcı enerjisini ateşleyen demirci körüğünün katmanları aslında.
Yani, vasat, kural bilmez (mesela giderek büyüyen çete, talan kültürünü düşünelim) kural koyar, kendi koyduğu kuralla oynanan oyunun içinde, (mesela artık sayısını unuttuğumuz kez değişmiş olan ihale kanunu, seçim günü mühürsüz zarfların peyda olması, rektör atamaları vb.) kuralı değiştirir… Ya da daha somut örnekler 2022 yılında Konya’da 5.si düzenlenen İslami Dayanışma Olimpiyatları’nda, minder, direk, kronometre, kablo gibi teknik ekipmanlar uluslararası standartlara uygun değildi, gelen hakemlerin uluslararası akreditasyonu yoktu, tartan pist kumun üzerine inşa edilmişti ve çöktü. Bunlara başka rezaletler eşlik edince, uluslararası atletizm federasyonu tüm dereceleri iptal etti. Ya da sahte diploması kesinleşmiş olan Hamza Yerlikaya’nın Halkbank mütevelli heyetine alınması, intihal yapmayanın danışman yapılmadığı külliye sosyetesi, böyle sanatın içine tükürülen AKP’li yıllarda yapılan heykellerin kitchliği, akademik dünyanın bitmeyen skandallarla dolu serbest düşüşü, iktisat bilmeyen iktisat bakanları, ilahiyatçı fen bilimciler, faiz nas mıdır, sebep midir sonuç mudur derken büyüyen yoksulluk ve yağlanan sermaye.
İşte tüm bu pespayelik, paçozluk temaşası içinde, Memmi ‘itibardan tasarruf olmaz’ meselesine gelir. Memmi’ye göre, itibardan tasarruf olmaz meselesi, tüm bu paçozluğu örtmeye çalışan bir koloni hadisesidir:
“…En önemsiz motorize seyahat bile, buyurgan, gürültücü sirenli motosikletlilerin eşlikleriyle gerçekleşir. Sömürge halkını, yabancıları ve muhtemelen sömürgecinin kendisini etkilemekte hiçbir masraftan kaçınılmaz […]oysa daha yakından bakıldığında, genellikle küçük sömürgecinin debdebesinin ya da yalın gururunun ardında, çapsız insanlar çıkar karşımıza. Tarihi neredeyse hiç bilmeden tarihi şekillendirme görevi verilmiş politikacılar olaylar karşısında her zaman gafil avlanırlar, öngörmekten acizdiler. Bir ülkenin teknik geleceğinden sorumlu uzmanların, hiçbir rekabetle karşılaşmadıkları için zamanın gerisinde kalmış teknisyenler olduğu ortaya çıkar. Yöneticilere gelince, sömürge yönetiminin savsaklamaları ve dilencilği ünlüdür. Bir sömürgenin daha iyi yönetilmesinin pek de sömgürgeleştirmenin amaçlarından biri olmadığı rahatlıkla söylenebilir.”(Memmi, syf. 88)
Nebati bakanlar, vasati 40 çöp damatlar, soyluluğuyla nam salmış devlet adamları (evet adamları) ve onların adamları, Memmi’nin bahsettiği çapsızlığın Türkiye’deki meşhur profilleri.
…
Memmi’ye göre, kolonide sistem yukarıdan aşağıya kurulur. Kolonicinin metropol bir ülkesi vardır ve kolonide kazandıklarını metropole aktarır, zaten bütün sistem bunun içindir. Yani AB/ABD gelecek dertler bitecek diye bir olay yok, kolonici eninde sonunda çorbası kaynıyor mu buna bakar. Fakat kolonize ettiği yerde sistem yukarıdan aşağıya kurulurken, gerekli olan vasatlık Neron kompleksine ihtiyaç duyar. Aslında üvey kardeşinin tahtını gasp etmiş olan Neron, bu gaspı üvey kardeşini öldürerek taçlandırmıştır ve tacını da tüm bu hukuksuzluğa gözlerini kapayabilen, yaptığı tüm soytarılıkları neşeyle alkışlayabilen çapsızları doldurarak korumuştur.
"Daha önce de belirtildiği gibi, bir sömürgeci olmak gerçeğini kabul etmek, gayrimeşru bir ayrıcalıklı olmayı, yani gaspçılığı kabul etmek demektir. Gaspçı biri kendi konumuna elbette sahip çıkar ve gerekirse bunu elindeki tüm araçlarla savunur. Ama gasp edilmiş bir yeri talep ettiğini kabul eder. Dolayısıyla, zafer kazandığı anda bile, onda zafer kazanan şeyin, mahkum ettiği imge olduğunu kabul eder. Bu nedenle, fiili zaferi asla onu tatmin etmez; bu zaferi yasalara ve ahlak kurallarına da kaydetmesi gerekir. Bunun için de kendisini değil, ötekileri ikna etmesi gerekecektir. Diğer bir deyişle, zaferinden tümüyle yararlanabilmek için kendisini zaferinden ve bu zaferin kazanılma koşullarından aklaması gerekir. Bu da onun, zafer kazanmış biri için tuhaf olan ufak tefek şeyler üzerindeki gayretkeş ısrarını açıklar: Tarihi yanıltmaya uğraşır, metinleri yeniden yazdırır, anıları yok eder. Kısacası, gaspçılığına meşruluk kazandırmayı başarmak için elinden gelen her şeyi yapar." (Memmi, syf.90)
…
Tek adam rejimini yöneten şahsım’ın tek kişilik dev kadrosundaki çoklu kişilikler, bilardo şampiyonluğundan, futbola, sosyoloji guruluğundan, fıkıh alimliğine kadar oldukça geniş bir yelpazede. Yarenleri de ondan kalır değil, misal Binali Bey iyi bir ses sanatçısı olmasının yanında Venezüella’dan-Malta’ya gerilmiş filelerde pasör çaprazı oynamışlığı çoktur. Öte yandan, iktidar en iyi bildiği topları koştururken, kendi liginde şampiyon, İsviçre’nin bankalarının müzelerinde brikolojlarının meşhur olduğu yollu haberler bile var. Ama vasatlığın asıl sembolü muhalefet. Çünkü, Memmi’nin bahsettiği şekliyle, gaspçının gaspının meşrulaşabilmesi, ya da gayri meşru zaferin gerçek bir zafere dönüşebilmesi ancak ötekinin ikna edilmesiyle mümkün, memleketimizde bu ötekinin adı net bir şekilde muhalefet ve onun şimdiden hiç toplanmamış gibi dağılan, üstelik bizzat onu kuranlar tarafından hiç olmamış gibi unutturulan 6’lı Masa'sı.
[1] https://www.emekveadalet.org/notlar/yeni-turkiye-vasatligin-egemenligi/
[2] Albert Memmi, Sömürgecinin Portresi & Sömürgeleştirilenin Portresi. Telemak Yayınları
[3] https://www.diken.com.tr/10-yilda-70-kat-artti-700-doktor-daha-goc-yolunda/
[4] https://sputniknews.com.tr/20230412/12-bin-akademisyen-turkiyeyi-terk-etti-1069552981.html
[5] https://serbestiyet.com/haberler/beyin-gocu-liseye-indi-2022-alman-lisesi-mezunlarindan-sadece-ikisi-turkiyede-universite-tercih-etti-135364/
[6] https://www.ds-istanbul.net/Files/mezunlar/2022-mezunlari.pdf