Vasatlığın sosyolojisi
Vasat toplumların rölantisidir. Bir toplumun vasatının seviyesi, o toplumun kendini inşa etmesi, yeniden üretmesi açısından oldukça belirleyicidir. Rölantisi düşük toplumlar, kendilerini daha iyi bir vasatta yeniden üretme konusunda güçlük çekerler.
En başta belirteyim, “vasat” kelimesini bir hakaret, bir küçümseme olarak kullanmıyorum. Hâlbuki Türkçede vasatın yaygın kullanımında her zaman biraz küçültücü bir ton vardır. Ben ise vasatı, gerçek anlamıyla yani “ortalama” olarak kullanıyorum. Eğer mutlaka bir örnek isterseniz kibrit kutusunun üzerinde yazdığı gibi: Vasati kırk çöp! Bunu hayal edebilirsiniz!
Ortalama ne demektir? Bir sınıf düşünün. Sınıfta on kişi olsun. Bu sınıfta bulunanların yaşlarını topladığınızda ulaştığınız rakam ise 222 olsun. Bu şu anlama gelir: Sınıfın yaş ortalaması 22,2’dir. Ancak ilginç bir biçimde bu sınıfta 22,2 yaşında biri olduğu anlamına gelmez. Dolayısıyla her ortalama yani vasat hipotetiktir. Gerçekte varolması gerekmez. Farz edelim, söz konusu sınıfta gerçekten 22,2 yaşında biri de var. O zaman ne yapacağız? Bence tesadüf deyip, geçebiliriz!
Ortalama yani vasat gerçekte var olmamasına rağmen çok şey anlatır, fikir verir, tanıtır. Toplumsal vasat işte bu nedenle önemlidir, hatta çok önemlidir. Çünkü vasat toplumların rölantisidir. Bir toplumun vasatının seviyesi, o toplumun kendini inşa etmesi, yeniden üretmesi açısından oldukça belirleyicidir. Rölantisi düşük toplumlar, kendilerini daha iyi bir vasatta yeniden üretme konusunda güçlük çekerler.
Bundan yıllar önce, çalıştığım bir üniversitede farklı fakültelerden öğretim üyelerinin yer aldığı bir komisyona üye olarak seçilmiştim. Komisyon haftada bir gün benim çalıştığım fakültede toplanıyordu. Mevzuata göre komisyonun çalışmalarını kolaylaştırmak için bir araştırma görevlisinin yardımcı eleman olarak atanması gerektiği söylendi. Toplantılar bizim fakültede olduğu için, benim çalıştığım birimden, görevine yakın bir zaman önce atanmış bir araştırma görevlisi meslektaşımız görevlendirildi. Bu araştırma görevlisi bütün toplantılara katıldı. Birçok asil üyeden daha fazla sürece katkıda bulundu. En önemlisi de, komisyon üyeleri üzerinde gerçekten mükemmel bir intiba uyandırdı. Hatta komisyon üyeleri kendisine duydukları saygı nedeniyle ona “siz” diye hitap ediyorlardı. Öğretim üyelerinin araştırma görevlerine “siz” şeklinde hitap etmeleri Türkiye üniversitelerinden genel olarak pek yaygın değildir. Komisyonunun son toplantısında gerekli evraklar tamamlandıktan sonra, bu evrakları idari ofise götürmek için çıktığında, öğretim üyelerinden biri bana şu soruyu sordu: “Hocam nereden buldunuz bu arkadaşı?”. Soru aslında Türkiye üniversitelerinin personel alırken kullandığı temel stratejileri ima ediyor ve arkadaşın kimin tanıdığı olduğunu ya da torpilinin kim olduğunu soruyordu üstü kapalı olarak. Ben ise “sınavla aldık hocam” diye cevap verdim. Verdiğim cevap sonrasında, komisyon üyeleri içinde kahkaha atanlar oldu.
Benim yanıtım sahiciydi. Araştırma görevlisi meslektaşımızın sınavında ben de jüri üyesi olarak bulunmuştum. Yazılı ve sözlü sınavlardaki performansı, sunduğu dosya ve referans mektupları üzerinden neredeyse iki gün jüri üyeleri olarak aramızda tartıştıktan sonra karar vermiştik. Söz konusu araştırma görevlisi adayını hiçbirimiz önceden tanımıyorduk. Kararlarımızda dışarıdan da hiçbir etki söz konusu değildi. Bütün bunları komisyon üyelerine de anlattım. Soruyu soran meslektaşım biraz mahcup oldu. Diğerlerinin içinde de anlattıklarıma inanamayanlar olduğunu tahmin edebiliyordum. Ama anlattıklarımın satısı satırına doğru olduğunu tekrar vurguladım. Gerçekten öyleydi. Sınava katılanlar içinde asgari koşulları sağlayan üç kişi olduğunu ve bunlar içinde en kalitelisinin o olduğunu da vurguladım. Toplantı dağılırken komisyon üyelerinin anlattıklarım konusunda artık ikna olduklarını düşündüm. Ama onları ikna edenin benim anlattıklarımdan çok araştırma görevlisi meslektaşımın komisyon toplantıları boyunca gösterdiği performans olduğuna da adım gibi eminim.
Yıllarca Türkiye’nin farklı üniversitelerinden çalıştım. Üstelik bu üniversitelerde hâkim olan siyasi hegemonya birbirlerinden çok farklıydı. Ancak hepsinde ortak olan bir şey vardı: Atamalarda liyakat genellikle temel öncelik değildi. Ben beşeri çalışmalar alanındanım. Elbette bu işlerin örneğin tıpta, mühendislikte nasıl işlediğini bilemem. Ancak beşeri alanlarda kötü bir doktorun veya kötü bir mühendisin insan hayatına mal olabileceği gibi bir temel endişe de söz konusu değildir genelde. Kötü sosyolojiden, eksik felsefeden, yamuk antropolojiden kim ölmüş! Zihniyet böyle işler ne yazık. Bu alanlar kendi toplumsal ikincilliklerini biraz da kendileri üretmişlerdir.
Kadroları öncelikle liyakate değil de başka kriterlere göre doldurulmuş kurumlarda da dersler yapılıyor elbet. Araştırmalar sonuçlanıyor. Jüriler toplanıyor. Tezler savunuluyor. Makaleler, kitaplar yazılıyor. Yani eninde sonunda üniversiter makine çalışıyor. Mevcut yapının da bir rölantisi yok değil. Ama bir de şöyle düşünün: Daha kaliteli olan Ali dururken alınan Veli, CV’si daha iyi olan Zeynep dururken tercih edilen Ayşe üniversitenin ve daha genelde de ülkenin rölantisini düşürüyor mu, arttırıyor mu? Bu tür tutumların ülkenin genel vasatını, yani ortalamasını orta ve uzun vadede etkilememesi mümkün olabilir mi?
En başta söylemiştim. Her vasat, ortalama aslında hipotetiktir demiştim. Yani vasatın gerçek anlamıyla var olmadığını vurgulamıştım. Ancak vasatın, ortalamanın temsil gücünün de altını çizmiştim. Kuşaklar boyu bu şekilde yapılanmış kurumların vasatlık üretmeleri de asla bir tesadüf değildir. Kimi toplumların kişi başına 75 bin dolar gayri safi mili hâsıla ürettiği bir dünyada, sözünü ettiğim rölantideki ülkelerin ancak 7 bin 500 dolar üretebilmelerine fazla şaşırmamak lazım.