Vatan, millet, Aşiyan
Leb-a-leb dolu meydanlarda, vatanlarında hain, yuvalarından sürgün ilan edilen yüzbinlerce insanın hayal kırıklığı, yarınsızlığı ile karşı karşıya Türkiye’de siyaset. Milleti, parti grubuyla ya da parti mensuplarıyla özdeşleştiren, geri kalan herkesi milletin kıyısında, tekinsiz bir sınırda tutan siyasal rejim, yurttaşlığı ve yurttaşlığa bağlı temel hakları, insanın onurlu bir yaşam sürmesinin koşullarını ortadan kaldırdı.
Leb-a-leb doldurulan hamaset mabetlerinde insan zihninin kavraması güç, duygusunun duyması zor, edebinin kabul etmesi imkânsız bir çürüme yayılıyor. Buna nasıl direnilir, bilmiyorum.
Leb-a-leb bir mitingde, Gezi direnişinde öldürülen Berkin Elvan’ın annesini yuhalatmak, leb-a-leb bir stadyumda IŞİD tarafından gerçekleştirilen Ankara katliamında öldürülenler için yapılan saygı duruşunu ıslıklamak, oğlu için yas tutan bir anneyi leb-a-leb parti kongresine telefon ile bağlamaya çalışmak… Binlerce kişinin gözleri önünde…
Adem ile Havva meseli, insanın, insan olduğunda hissettiği ilk şeyin utanmak olduğunu öğretti yüzyıllarca. Utanmayı iptal ederek, her seferinde, hem de binlerce kişinin önünde bunu yapmak... Binlerce kişiyle birlikte yapılan şiveli şakalara gülmek; yola, köprüye, havaalanına sevinmek…
Bu cümle parçaları nasıl bir fiile kavuşarak tamamlanabilir? Hangi akıl baş edebilir, hangi duyguyla karşılanır, hangi edepçe kabul edilebilir? Düşman olarak, hain olarak gördüğünü insanlık çemberinin dışına atmakla sınırlı değil söylediğim, topyekûn bir yozlaşmadan söz ediyorum. Leb-a-leb doldurulmuş salonlardan, meydanlardan sıçrayan kabalıktan, kibirden, yağmadan; insanın etik varoluşuna, bütün kudretine ve onuruna karşı açılan bir cepheden bahsediyorum. Bu cephede nasıl savaşılır?
Ahmet Telli’nin insan onuruna en ağır saldırı olan işkenceyi resmettiği dizeleri geliyor aklıma: “Bataklıktaki suyun da bir su yanı vardır, çürüyen bir bedenin bile dayanılabilir kokusuna.” (1) Peki bununla nasıl baş edilir, insan kalarak?
Bunu yapmayı başarabilen birkaç kişiyi, insan onuruna sahip çıkmayı becerebilen ve bugün ağır bir saldırının altında olan insan hakları savunucularını izlemek, onların gördüğüne bakmak, seslerini duymak gerek mutlaka. Hep birlikte onlardan öğrenmek gerek. Onlara sarılmak gerek.
Yalçın Küçük, 1984’te yayımladığı Aydın Üzerine Tezler’de ahlaklı olmakla akıllı olmayı birbirinden ayırmıştı. Çünkü akıl her zaman üretim ilişkilerinde egemen olanın aklından beslenir, o akıl genelleşir ama “ahlaklı olmak, karşı harekettir ve ahlaklı olmanın tek karşılığı var: ‘Ahlaklı davrandım’ duygusu,” demişti. (2)
Çürümeye karşı hareket etmek, “ahlaklı davrandım” duygusunu yaşayabilmek gerek. Yoksa nasıl insan kalınacak?
YUVA’DAN ATILMAK, YUVAYA DÖNMEK
Aydın Üzerine Tezler’de ahlak faslı Tevfik Fikret için açılır. Küçük, onun hareket halinde, hep kavga içinde olduğunu; fakat bugün için daha önemlisi onun hayal kırıklıklarını bireysel olarak yaşadığını yazar. ‘Şair hayal kırıklığını toplumsallaştırmadı, ondan öğrenmedi’ der. Hayal kırıklığı dönemlerinde evi olarak kendisinin tasarladığı Aşiyan’a çekilir Fikret. Aşiyan, yuva, demektir, ev demektir. Vatan gibi. Aşiyan Farsça, vatan Arapçadır. Her ikisinin mesken anlamı da vardır.
Leb-a-deb dolu meydanlarda, vatanlarında hain, yuvalarından sürgün ilan edilen yüzbinlerce insanın hayal kırıklığı, yarınsızlığı ile karşı karşıya Türkiye’de siyaset. Milleti, parti grubuyla ya da parti mensuplarıyla özdeşleştiren, geri kalan herkesi milletin kıyısında, tekinsiz bir sınırda tutan siyasal rejim, yurttaşlığı ve yurttaşlığa bağlı temel hakları, insanın onurlu bir yaşam sürmesinin koşullarını ortadan kaldırdı. Derinleşen yoksulluk da bunun parçası, konuşma özgürlüğünün kaldırılması da.
Hayal kırıklığından öğrenmek, onu toplumsallaştırmak, siyasallaştırmak zorundayız. Yuvalarımızdan sürgün edildik, yurtsuzlaştırıldık, ama o yuvalara dönmek zorundayız -siyasal topluluğun bütün yaşamını kat etme cesareti göstererek-. Yarınımız, geleceğimiz -LeGuin’e göndermeyle söylersem- o “asıl yolculuk”ta.
****
Bitirirken Fikret’in Tarih-i Kadim’ini anmak isterim. Edebiyat tarihçisi için bulunmaz bir kavganın başlatıcısıdır bu şiir. Mehmet Akif’in Süleymaniye Kürsüsünde adlı şiirinde başlattığı kavganın sebebidir. Bu kavga, her iki şairden bağımsız ama onların adlarıyla sürdürülecektir siyasi tarihimizde.
En son 2005 yılında Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenlenecek Ermeni Konferansı’na saldırmak, oradaki konuşmacıları “terör övücü” olarak işaretlemek için Murat Bardakçı, “Meğer ne kadar da çok Tevfik Fikret’imiz varmış” diye yazmıştı; Fikret’in Abdülhamit’e düzenlenen suikastın başarısız olmasına üzüldüğü “Bir Lahza-i Teahhür” (Bir Anlık Gecikme) şiirine anıştırma ile. Ondan 8 yıl sonra, 2013’te Mehmet Barlas bu yazıyı hatırlamış ve Türkiye’de aydın olmak için illa muhalif, hatta din, devlet düşmanı olmak gerektiğinden yakınmıştı.
Bugünden 80 yıl önce, ölümünden 25 yıl sonra da yargılanmıştı Fikret, Tarih-i Kadim’i ile. “Din, millet ve devlet hassasiyeti” olan ve 1940’ların Nazizmine öykünenler, ölümünden 25 yıl sonra saldırmışlardı Tevfik Fikret’e. Onu hem gazetesinde hem de mahkemede savunan ise Sabiha Sertel olmuştu (3).
Tarih-i Kadim’den bir küçük parça:
Bilsem, ey kargalar, ki akil-i hûn (kan içicidir)
Her karanlık sizinledir meşhûn (leb-a-leb, tıklım tıklım)
Fikre yeter artık tahakkümüz
Yaşanır pek güzel tagallüpsüz. (zorbalık)
Sizi tarih eder himaye, gidin,
-Gece hem-râzıdır hayâdidin- (haydutlarla uyumludur)
Ve o matmurei tabâîde (kibir mezarlığında)
Boğulun … İşte en güzel müjde
Bir tasavvur dühûr-i âtiyeye (gelecek zamanlara)
İşte hürriyet-i hakikiyye:
Ne muhârip, ne harb-ü istila
Ne tasallut, ne saltanat ne şeka;
Ne şikayet ne zulm-ü istibdad
Ben benim, sen de sen; ne rab, ne ibâd (ne tapılan, ne tapınan)
(1) Su Çürüdü, Gibi Yayınları, Ankara, 1999.
(2) Aydın Üzerine Tezler II, Tekin Yayınevi, 1984, Ankara, s. 529-530.
(3) Aydın Üzerine Tezler II, Tekin Yayınevi, 1984, Ankara, s. 532-533