Ve haliyle hayatta olduğumuzu konuşuruz...
“Ölümden korkmuyorum, o kadar çok ölüm gördüm ki, öleceğimi kabullendim. Kolay bir ölüm istiyorum. Ama şimdi ölmek istemiyorum, çünkü Yoldaş çok küçük, onu yalnız bırakmak istemiyorum" demiştin...
Sevgili Tulgar,
Yazı yazarken müzik dinleyemeyenlerdenim ben, yoksa bir Wagner ya da Bruce Springsteen eşlik edebilirdi şimdi. Yazı bitince belki. Belki de sonra, çok çok sonra, seni anmak için, senin öldüğünü kabullenmek zorunda kaldığımızda anmak için. Ama şimdi seninle konuşmaya ihtiyacım var benim.
Ölüm geldiğinde, keşke inançlı olsaydım dediğim çok oldu. Ölümü anlamak ve açıklamak zorunda kalmayayım, tevekkül edeyim, dua edip görevimi yapayım, içim soğumasa da bir yerlere tutunmuş olayım, boşlukta daha doğrusu hiçlikte kalmayayım…
Ölüm haberin haber merkezine bomba gibi düştüğünde, ilk refleksim telefona uzanmak oldu. Arayayım ve orada olduğunu duyayım. İnsanın beyni, bilinci, ruhu ne kadar hızlı çalışıyor böyle durumlarda. Bıraktım telefonu, ya orada değilsen? Bununla yüzleşmek için çok erkendi o sırada. Daha birkaç saat önce mesaj atmıştın, neredesin, yoğun musun? diye… “İki ayak bir pabuç” diye yazmıştım ben de. Sabah akşam telefonla konuşuyoruz, dedikodu ediyoruz, yazıları düzeltiyoruz, yeni yazı konularını tartışıyoruz… “Ofistekiler benimle bu kadar samimi olmana ne diyor?” diye sormuştun… “Gizliyorum” demiştim, karşılıklı göz kırpma emojisi paylaşmıştık…
Bu ilk biliyor musun, bu kadar gündelik hayatımın içinde, bu kadar kısa süre önce görüştüğüm ve ölümü hiç yakıştıramayacağım birinin ölüm haberini almak…
İki hafta önce yazını geciktireceğini söylemiştin; “Yemekte biraz tıkandım, ağırlaştım, eve gidip dinleneceğim…” Tamam dedim, hayat yazıdan daha önemli, sen hepsinden önemlisin… Ertesi gün “lütfen bir kalp doktoruna git” dediğimde, hafif yediğini, çorba ve meyve ile beslenince rahatladığını söylemiştin:
“Ölümden korkmuyorum ben, o kadar çok ölüm gördüm ki, bir gün öleceğimi kabullendim. Acısız, kolay bir ölüm istiyorum. Ama şimdi ölmek istemiyorum, çünkü Yoldaş çok küçük, onu yalnız bırakmak istemiyorum, ondan önce ölmek istemiyorum.”
Sonra da yeni çalışmandan söz etmiştin. 16 Ekim tarihli Aynalı Pasaj’a da yazdın bana anlattıklarını: “Richard Wagner, Friedrich Nietzsche, Thomas Mann anakronik üçgeninde dolanıp bir şeyler yazıyorum şu sıralar, şimdilik not halinde çoğu… Umarım, ömrüm yeter…
Türkiye entelektüel ve toplumsal hayatından bir şeyler de beni bu üçgenin içine itiyor, itiyor olmalı, öyle de hissediyorum arada… Neşeyi arıyorum çünkü, bilim ve sanattaki neşeyi Türkiye’de de…”
Yazılarının tirajı üzerine konuşmuştuk, en çok okunan yazın “Ajlan, Kerim, Barış” üzerine olandı. Ve Derya Arbaş portresi. Daha çok okunacağını umduğumuz yazılar değil de niye bunlar diye konuştuğumuzda “sırasız ölümleri unutmuyor galiba bu toplum” demiştim. On saniye sonra telefonum çaldı, “çok haklısın biliyor musun” diye başlayıp sırasız ölenlerin bıraktığı izleri konuşmuştuk.
Hep erkenden yollardın yazılarını. Onları yazmak hiç görev değildi senin için. Yaptıklarından hiç görevmiş gibi söz etmezdin zaten. Ne yaptıysan mutlaka keyif alarak yapmıştın. Zeki Müren portresi yazar mısın dediğimizde, 'aklımda başka bir şey var' diye olmaz demiştin. Ertesi gün arayıp “aklıma soktunuz sürekli Zeki Müren düşünüyorum, yazacağım” demiştin. Muhteşem bir yazıydı. Kalemine ve entelektüelliğine çok güvendiğin bir yazardan da çok büyük bir övgü gelmişti sonrasında.
Portrelerini günlerce araştırır, okur, tasarlar öyle yazardın. Sanki onlara borçluydun, onları anlamaya, anlatmaya, kimsenin, belki kendilerinin bile onlarda göremediklerini görmeye, hayatlarını anlamlandırmaya ve okuru da bu anlama inandırmaya… Portrelerin hepsi bu dünyanın ama en çok da senin dünyanın renkleriydi. Hepsini yeniden parlatıp, birer yıldız gibi toplumsal hafızamızın göğüne yerleştiriyordun.
Bu konuda kılavuzun Roland Barthes’tı. Cezaevinde elkonulan Barthes kitaplarını yıllar sonra bir sahafta bulduğunda, kendi kitapların olduğunu bilmeden ısmarlayıp, sahafın aramasıyla onların yıllardır içine dert olan, içinde imzanın olduğu kitaplar olduğunu öğrendiğinde, Barthes evrenin bir köşesinden sana selam çakmış kadar sevinmiştin. “Çok üzülmüştüm, kitapların içeriği, bu iki kitaptan öğrendiklerim hafızamdaydı ama yine de ikisini de arzuluyordum. Elimde, gözümün önünde olmasını istiyordum ikisinin de.”
Son yazın yine ölüm üzerineydi. Dostun Billur Kalkavan’ı yazmıştın. İnsanlar cenazelerde kendi ölümlerine ağlarlar denir. Sen de öyle demiştin, ama daha fazlasını da söylemiştin: “Hayatın geleceği olarak ölüm, gerçekleştiğinde aşama olmaktan çıkar ve hayatın dışında bir yerde, yani hiçbir yerdedir artık. İşaret edilen ölüm dışında bir ölüm yoktur. Hayat vardır. (…)Ölüm üzerine konuşmayız aslında, ölen üzerinden kendi ölümümüzü düşlemler, kesinliğini kabullenir ve ölüm öncesini konuşarak hayata sığınırız.(…) Sevdiklerimizi, tanıdıklarımızı imgelerle hatırlar, anılarda yaşatırız. Fotoğraflarına sadece bakarız. Öldüklerinden bir kez daha emin olmak için. Sonra hatırlamaya, konuşmaya başlarız. Hayatlarını onların. Ve haliyle hayatta olduğumuzu konuşuruz. Ölenlerin fotoğraflarına bakmak egoizmdir.”
Yazılarını yayınlanmadan önce son haliyle görmek isterdin. Ve mutlaka bir düzeltme yapardın. “Sevgili editörüm, şuraya bir sözcük eklesek, şuraya da bir virgül koysak…”, “Bir virgül için bilgisayar açtırıyorsun bana ama” diye nazlandığımda, hep pişman olurdum. O virgülün değiştireceği anlam üzerine uzun bir açıklama dinlerdim. Sen her yazıyla yeniden yeni bir şeyler öğrenirdin, her yeni şeyi ilgiyle karşılardın. İlginçlik yelpazen çok genişti. Roland Barthes ile birlikte ayrıntılardaki anlamın izini sürerken, büyük resme dair her keşfi hazla yaşıyordun. Haz, arzu, keyif ve neşe… Yaptığın her eylemde, özellikle yazarken, masanda bu kavramlardan oluşan bir prizma mutlaka oluyordu. Hazzın, arzunun, keyfin ve neşenin renkleriyle oynamayı seviyordun. Bizleri bu oyuna katmayı da.
Ölümüne inanmak imkansız sevgili Tulgar. Bu yazıyı yazarken, senin masanda oturup bunları okuduğunu düşünüyorum. Unutuyorum o haberi. Sonra o gerçek bir şekilde kendini dayattığında, senin ölümden korkmadığını hatırlamaya çalışıyorum. Güzel yaşadığını, pişmanlık, eksiklik, yoksunluk hissetmediğini… Yoldaş’ın sana getirdiği şefkati, neşeyi ve oyunu iştahla kabullendiğini, içselleştirdiğini…
Bir keresinde, “bir hata yaptım ve üzgünüm” dediğimde, “hatanın büyüğü küçüğü olmaz, sonucun büyüğü küçüğü olur” demiştin. “Herkes dalgın, yorgun, dikkatsiz davranabilir. Aynı sebepten daha büyük bir sonuç çıktığında kendini üzmemelisin.” Sonra basın tarihinden dalgınlık örnekleri vermiştin. Manşetlere yansıyan ve hâlâ oralarda duran.
Öğrettiğin her şey için şükran borçluyum sana. Ve belki bu ani gidişin de bir şeyler öğretecek. Belki sana bakıp biz de ölümden korkmayacağız. Senin yaptığın gibi, dörtlü prizmayı masamıza koyacağız, renklerine bakıp seni sevgiyle anacağız. Hınzırlıklarını, oyunlarını, küçük sataşmalarını gülerek hatırlayacağız. İştahını, arzuyu ve hazzı tarif edişini kulağımıza küpe yapacağız. Seni hep seveceğiz ve hep hatırlayacağız.