Ve sinemaya gittik
40. yılında İstanbul Film Festivali, ulusal yarışma filmlerini açık hava sinemasında gösteriyor. Yasakların kalkmasıyla, kültür hayatının kolektif tadını tekrar hatırlamak için iyi bir fırsat.
İstanbul Film Festivali 40. yılını kutluyor. Aslında ortada bir kutlama yok, ama olsun. Pandemi koşullarında bir şekilde gerçekleşmesi bile en güzel faaliyet. Bu ülkenin sinema kültürüne en büyük katkıyı yapan, sayısız sinema izleyicisi ve hatta sinemacının yetişmesine katkıda bulunan bir kurum 40. yılında her tür kutlamayı hak ediyor. Vesileyle buradan Vecdi Sayar ve Hülya Uçansu’dan Azize Tan ve Kerem Ayan’a, festivale emeği geçen bütün sinema insanları ve İKSV çalışanlarına tebriklerimi ileteyim. Ve tabii en çok yıllarca bir ayin gibi festival filmlerini takip edip salonları dolduran izleyicilere…
‘Kutlamanın en iyi yolu film izlemektir’, diyerek yasakların tamamen kalkmasından sonraki ilk serbest cuma akşamını İstanbul Film Festivali’ne ayırdık. Pandemi nedeniyle son yıllarda festivaller açık hava gösterimlerini tercih ediyor. Geçen yıl Antalya da böyle yapmıştı. Bu zorunluluğun iyi tarafı, bize mazide kalmış bir eğlenceyi, açık hava sinemasını tekrar tecrübe etme fırsatı vermesi. Kalabalığa karıştığımız ilk gün hatırladık ki sinema ve her tür gösteri sanatı topluca yaşandığında, tanımadığınız insanlarla paylaşıldığında güzel. Hâlâ pandemi tehlikesi geçmese, maskeler yüzümüzde saatlerce oturmuş olsak bile orada konser, sinema, tiyatroyu nasıl özlediğimizi fark ettik.
İstanbul Film Festivali bu sene üç aya yayılarak gerçekleşti. Filmlerin çoğu internet üstünden izlendi ama merakla beklenen ulusal yarışma filmlerini temmuz ayında UNIQ İstanbul’un büyük açık hava sahnesinde göstermeye karar verdiler ki çok iyi oldu. Gösterimden önce küçük bir kalabalık toplanıyor ve girişinde yeme içme alanlarının olduğu sinemanın önü, filmler başlamadan önce bir buluşma yerine dönüşüyor. Sinemacılar ve sinemaseverler için Beyoğlu’ndaki kaynaşmanın bir türü burada yaşanıyor. Hatta film çıkışında eve gitmek için acele etmeyenler son biralarını da burada içiyor. Tabii Ayazağa’daki UNİQ, gitmesi çok kolay bir yer değil. Ama metro bir imkân… ve arabayla biraz akşam trafiği çekip buraya ulaşmak mümkün.
Cuma gecesinin filmi ‘Cemil Şov’du. Pandemi önlemleriyle 700 kişi alan gösterim alanındaki koltukların çoğu doluydu. Yerli filmleri görmek için festivali takip eden sinemacılar, film ekipleri ve epey genç bir seyirci kitlesi vardı. Sahneye çıkanlardan biri yasakların kalktığı bu ilk cuma gecesini onlara ayırdığımız için teşekkür etti.
Barış Sarhan’ın yazıp yönettiği Cemil Şov, ilginç bir film. Cem Yılmaz’ın ‘Pek Yakında’sından sonra izlediğim en iyi Yeşilçam’a saygı filmi diyebilirim. Genelde sinema aşkı filan derken abartılı bir duygusallığa kapılan sıkıcı işlerden değil. Tabii Cemil Şov’da da var biraz bu duygusallık, ama dayanılır ölçüde. Özellikle eski filmlerin yeniden üretilmiş sahneleri ve oradaki oyuncu Başar Alemdar nefis. Ama aynı şeyi başrol oyuncusu için söyleyebilir miyim bilmiyorum… Neyse, muazzam bir emek ve kalabalık bir kadroyla çekilen bu film hakkında daha fazlasını sinema eleştirmenlerimize bırakıp kenara çekileyim...
Ertesi gün, cumartesi gecesi ise iki yıldır olduğu gibi çevrimiçi kalmaya karar verdik, yani ‘evde sinema’ yaptık. Ne de olsa alıştık, hem de daha ucuz, sadece 12 TL. (UNIQ gösterimleri 45 TL, bir de yer gösteren gençlere bahşiş vermek gerekiyor, bu unutulmuş geleneğe ve her defasında tatlı bir gerilime neden olan bu UNİQ uygulamasına hazırlıklı olun…) Filmonline.iksv.org adresinden Berlin’de yarışmış ama nedense hiç ödül alamamış ilginç bir Alman filmi seçtim: ‘Fabian veya Bok Yoluna Gitmek’. Erich Kästner’in Sel Yayınları tarafından 2016’da Türkçesi de yayımlanan aynı adlı romanından uyarlanmış. Film, 1930’ların başında Nazilerin iktidara geldiği Berlin’de geçiyor. O dönemin meşhur bohemi ve eğlencesi, yani kabareler, eş bulma kulüpleri, içki, dans her tür aşırılık ve eğlence kadar işsizlik, ayrımcılık, yolsuzluk, şiddet, baskı ve umutsuzluğun birlikte yaşandığı bir kent. ‘Bir Alman’ın Hikayesi’ adlı ünlü kitapta Sebastian Haffner’in anlattığı gibi… O da kitabında 1920’lerin sonunda hayatın tadını çıkartan, umutlu ve hırslı bir grup gencin nasıl tarumar olduğunu anlatır. Film, Haffner’in kitabı gibi siyasi gelişmeleri öne çıkartmıyor. Gazete haberleri ile, ortada gezinen SA’larla, gündelik hayatta gittikçe artan korku ve gerilimle o umut dolu hayatların mahvolup gitmesinin arkasında Almanya’nın yaşadığı felaketin olduğunu izliyorsunuz. Yetenekli yazar adayı, hukuk okuyan sevgilisi, edebiyat doktorası yapan parlak arkadaşları… hepsi işsizliğin, umutsuzluğun, politik baskı ve ayrımcılığın kurbanı oluyorlar.
Edebiyat profesörünün ‘Bu kadar ahlaksızlık bir yere kadar, artık bir şeylerin değişmesi gerekiyor’ dediği yerde Nazilere göz yuman aydınların salaklığını görüyor, oğlunun cesedi karşısında ‘Ben hayatı seviyorum, bu nedenle hayattan vaz geçmeyeceğim’ derken hüngür hüngür ağlayan zengin avukatı izlerken ülkenin dertlerinden kimse için kaçış olmadığını iliklerinize kadar hissediyorsunuz.
‘Fabian’ hakikaten ‘bok yoluna giden’ insanların güzel bir hikayesi. Üç saatlik film, sabrınıza değiyor. Bir kez daha bize bu imkânı veren İstanbul Film Festivali’ne şükran duyuyor, kumandanın düğmesine basıp koltuktan kanepeye, ekrandan cep telefonuna, sanattan günümüz Türkiyesi’ndeki tedirgin hayatınıza kaldığınız yerden devam ediyorsunuz…