Vedat Yıldırım: Kürtçe söylediğinde ister istemez protest oluyorsun
Kardeş Türküler ve Bajar'dan tanıdığımız Vedat Yıldırım ve yine Bajar grubundan Cansun Küçüktürk ile ‘Ben Kolay Ölmem’ albümünü, Ahmed Arif ile Cemal Süreya'yı ve 'Kürtçe rock'ı konuştuk.
DUVAR - Müzisyenler Vedat Yıldırım ve Cansun Küçüktürk'ün 'Ben Kolay Ölmem' adlı tiyatro oyununa yaptıkları müzikler albüm olarak yayınlandı. Ahmed Arif ile Cemal Süreya'nın mektuplaşmaları ve aralarındaki dostluk üzerine kurulu oyunda canlı olarak sahneye de çıkan ikili, ayrıca yıllardır Bajar grubunda birlikte müzik yapıyor.
Kardeş Türküler ile müzikseverlerin yakından tanıdığı Vedat Yıldırım, Bajar grubunda yaptıkları müziğin "göçle ortaya çıkan bir karşılaşmanın müziği" olduğunu söylerken Cansun Küçüktürk de grubun protest havasının giderek sözlerden çok müziğe kaydığını belirtiyor.
Vedat Yıldırım ve Cansun Küçüktürk ile 'Ben Kolay Ölmem' üzerinden şiir ve müzik ilişkisini, Kürtçe rock müzik yapmanın anlamını, protest müziği ve özellikle Kürt gençlerinin kentli müzikle olan bağını konuştuk.
İKİ KÜRT ŞAİR...
‘Ben Kolay Ölmem' albümü ile başlayalım dilerseniz. Bir oyunun müzikleri aslında albümdeki eserler. Nasıl başladı, nasıl albüme dönüştü?
Vedat Yıldırım: Bizim bir arkadaşımız var Londra’da, avukat Ali Has. Aktivist de bir arkadaşımız. Bir gün bize dedi ki, “Ben Cemal Süreya, Ahmed Arif karşılaşması üzerine bir oyun yazıyorum. Aralarında bir dostlukları da var. İkisi de Türkçenin şairleri olmakla birlikte Kürt şairler. Türkiye’de çok öne çıkmayan bir kimlikleri… Örtük olarak Kürt kimlikleri ile ilgili de şiirleri de var ve özellikle Cemal Süreya’nın şiirleri bu konudaki metaforlarla yüklü. Bu oyunun dokusuna sizin anlayışınız ve müziğiniz çok uyar”. Bunu Kardeş Türküler ya da Bajar olarak yapmak, prodüksiyon anlamında zor olabilirdi çünkü sahnede canlı olarak icra ediyoruz oyunlarda bu müzikleri. Biz de Cansun’la iki kişi olarak başladık bu projeye. Cansun’la ikimiz de Kadıköylüyüz, kolay bir araya gelip doğaçlama çalışabiliyoruz. Zaten ‘Ev Kayıtları’ diye bir albümümüz de var ikimizin.
Daha önce oyun müziği yapma deneyiminiz olmuş muydu?
Cansun Küçüktürk: Yıldız mezunuyum, müzik bölümünden ama öncesinde İstanbul Teknik Üniversitesi’nde okumuştum. Orada amatör tiyatro topluluğumuz vardı, İTÜ Oyuncuları diye, o ekipte henüz çok gençken böyle bir deneyimim olmuştu. Amatörceydi tabii. Onun dışında profesyonel olarak böyle bir işe hiç girişmemiştik.
Oyunu derinlemesine anlamak, karakterleri tanımak, sahneleri bilmek gibi ciddi bir hazırlık gerektiriyordur sanıyorum.
CK: Film olduğunda senaryoyu okuyup devam edebiliyorsunuz ama konu tiyatro, özellikle de Cemal Süreya ve Ahmed Arif olunca, ben bu şairlerin şiirlerini okudum, biliyorum diyerek olmuyor. Oyun metni dışında ikisi etrafında gelişen olaylara yönelik kitapları da okumamız gerekiyordu. Örneğin ikisinin mektuplaşmaları var ki aslında çok merkez bu oyunda. Örneğin birbirlerine nasıl hitap ediyorlar? Ahmed Arif biraz daha ağabey rolünde mesela.
Aralarında zaman zaman gerilimler de olabiliyor bildiğim kadarıyla ve sizin bu duygu durumlarını müziğinize yansıtmanız gerekiyor değil mi?
CK: Evet. Üstelik müzik çok rol çalabilen bir şey, buna da dikkat etmek gerekiyor. Bir oyunda öyle bir müzik yaparsınız ki oyunla alakası olmaz, insanlar tek tek müzikleri sever ama aralara yerleştirilmiş unsura dönüşebilir genele baktığınızda. Oyunun bir yönetmeni var, onun yönlendirmeleri var tabii. Yazarın da yönlendirmeleri oldu, “Şu sahneyle ilgili şöyle bir şey düşünebilir miyiz?” gibi. Bir de şöyle bir şey oldu; oyun müziklerinden sonra albümünü çıkarma fikri gelince oyunda olmayan birkaç şiiri ekledik albüme. Şimdi de oyunda olmayan ve albüme eklediğimiz müzikleri oyuna adapte edebilir miyiz diye konuşuyoruz.
VY: Oyunda bir takım meseleler konuşuluyor, sonrasında bir müzik bölümü oluyor, şiirlerden yola çıkan, biz orada kıssadan hisse yapıyoruz aslında. Cemal Süreya’nın Dersimliliğiyle, Alevi kimliğiyle ilgili bir sahneden sonra biz ‘Eşrefoğlu’ deyişini okuyoruz örneğin. Bizim Bajar’da ‘Ogit’ diye bir şarkımız var, o aslında Cemal Süreya’nın hikâyesine doğrudan uyuyor, sürgünde Konya’ya gitmiş, orada anne babanın çocuklarla hasbıhali gibi.
Siz her oyunda bulunuyor ve canlı olarak bu şarkıları sahnede yorumluyorsunuz. Tabii müzisyen olarak sahne deneyimi çok olan insanlarsınız ama bir tiyatro oyununda sahnede olmak nasıl bir duygu?
VY: Biz oyuna müdahil olmuyoruz çok fazla. Bir iki yerde ben sahneye giriyorum, bir sahnede efkarlanıyorlar mesela, rakı götürüyorum. Birkaç sahnede şiirleri oyuncularla birlikte okuyoruz. Finalde Ahmed Arif’in ‘Anadolu’ şiirini ben okuyorum müzik olmadan. Ama onun dışında biz aslında hep yaptığımız şeyi yapıyoruz, şarkı icra ediyoruz. Bende tiyatro müziği geçmişi var, Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu zamanında oyunlarda, dans tiyatrosu gibi etkinliklerde yer aldım.
‘BAZI ŞİİRLERİ BESTELEMEYE İÇİMİZ EL VERMEDİ’
Şiir bestelemek üzerine konuşmak istiyorum biraz. Bu, şarkı yazarları, müzisyenler arasında önemli bir konudur. Şiirin çoğu zaman bestelenmek üzere yazılmamış olması, kendi ritminin bulunması, şiiri bestelemek isteyenler için zorluklar da barındırıyor değil mi?
CK: Şiir bestelemek dediğimizde aklımıza genelde şarkı formu geliyor. Şiir aslında birçok farklı yoldan da bestelenebilir. Şiirin müzikle ilişkisini düşünüp, formun ötesine geçip denemeler yapılabilir. Şiirin formuyla müziğin formu farklı. O formlardan biraz çıkmak gerekiyor. Bu iş özelinde ise biraz daha şarkı formunda tutmaya, ona göre şiirler seçmeye çalıştık. Ancak bazı şeyleri bestelemek mümkün değil. Bazen insanın içi elvermiyor bestelemeye. Mesela ‘Anadolu’ öyle bir şiir bence. Bazen şiiri bestelerken kırpmak gerekiyor ama ‘Anadolu’yu bestelerken kırpamıyorsun. Fikret Kızılok’un ‘Anadolu’ ve ’Otuz üç Kurşun’ şiirlerine besteleri var ama temeline indiğinizde şiir aslında bambaşka bir epik hikâye anlatıyor, onun tek başına filmi çekilir. Ahmed Arif’in şiirleri çok epizodik, çok pastoral tarafları da var ama bir yandan da “oral şiir” diyorlar, ağıza oturan bir şiir.
VY: Haykırmalı… Sosyalist gerçekçi şairlerin şiirlerinde vardır bu, kimi şiirler hitabet için yazılmış gibi. Bir yere söylemek, bağırmak için… Bazı şairler var okurken zaten müziği, melodisi de birlikte geliyor. Nazım’ın sesinden dinlerken “İniyor kayık, çıkıyor kayık...” demesi gibi örneğin. Biz onu bestelemiştik ama şiir kendi şarkısını içinde barındırdığı için becerememiştik aslında. Ahmed Arif’te ise şöyle bir zorluk var, bir şiir kitabı çıkarmış, kutsal kitap gibi. Onun şiirlerini okuduğu bir albüm de var, arkada dramatik müzikler üzerine okuyor. Çok monoton okuyor doğrusu, şiirin dinamikleri o kadar güçlü ki aslında. Arkada müzik olunca da şiirin kendi melodisi açığa çıkmıyor okurken. Bir taraftan da Türkiye’de en çok onun şiirleri bestelenmiş. Cem Karaca’dan tutun Ahmet Kaya’ya… Biz ‘Suskun’u besteledik Bajar’da, onu birçok farklı sanatçı da bestelemiş.
'ŞİİRLE DEMOKRATİK BİR İLİŞKİ KURMALIYIZ'
Bu durum şiir bestelerken zorluk yaratmıyor mu? Bir şiiri farklı şarkılar olarak kaçınılmaz olarak defalarca duymuş oluyorsunuz, o kulakta kalmıyor mu? Yani daha önce bestelenmiş bir şiiri yeniden bestelemek bir dert değil mi?
VY: ‘Karam’ var ya, onu Cansun besteledi, bir yeri var, “Hakikatli dostun muydu?” diye, orada direkt Cem Karaca geliyor örneğin akla, ben o bölümü Cem Karaca’nın bestesindeki gibi okuyorum. Ama daha zoru, bir melodiye şiir yazmak herhalde. Cansun’un dediği gibi hemen bir şarkı formuna oturtmak beklentisi var. Şiirle demokratik bir ilişki olmuyor o zaman. Can Yücel, “Şiiri cazla bestelemek lazım” der mesela, o serbestliği hissederek bestelemek gerekiyor.
CK: Şiiri ezberlemek de gerekiyor. Sadece okuduğunuzda içine giremiyorsunuz. Ezberleyip kendi kendinize söylemeye başladığınızda onun içindeki ritmi anlayabiliyorsunuz açıkçası. Belli güçlü şiirler farklı stillerde bestelense de aşağı yukarı bir ortak noktası olur o şarkıların.
Bajar’dan söz edelim biraz. Grubun bugün neredeyse 13-14 yıllık bir tarihi var. Nasıl başlamıştı her şey?
VY: Ben öğrenciyken davul çalıyordum, bateristtim. Bir de müzik grubumuz vardı. O dönemde yurtlarda 68’lerin rock gruplarını dinliyorduk, onların okumaları, yorumları… Led Zeppelin, Pink Floyd, Deep Purple, King Crimson, Santana. Hatta Orhancılar-Müslümcüler ayrımı gibi bir Led Zeppelinciler-Deep Purplecılar ayrımı vardı (gülüyor). Biz tabii Deep Purple’ı çok “star” buluyorduk, o yüzden de daha çok Led Zeppelin dinliyorduk. Kardeş Türküler projesi yoluna girince dedik bir de böyle bir şey yapalım. Bir de Kardeş Türküler’in derdi, orada besteler yapılsa da daha çok geleneksel mirası günümüze taşımak. Bajar’da ise genelde besteler yapıyoruz. E, Türkçe ve Kürtçe biliyoruz, iki dilde yapıyoruz besteleri. Bir taraftan da çok büyük bir göç yaşandı, metropollerde büyük bir karşılaşma yaşandı. Onun dilini yeniden kurmak gerekiyor. Albümlerimizin isimleri de öyledir, ‘Yaklaş’, ‘Hoşgeldin’ vesaire.
Kürtçe ve Türkçe folk rock tarzında şarkılar yapıyorsunuz. Özellikle Kürtçe rock özelinde nasıl bir miras vardı sizin devraldığınız?
VY: Ciwan Haco var, Koma Wetan var, var tabii. Sovyetler’de birkaç Kürt rock grubu daha varmış.Ciwan Haco çok önemli tabii, o ilk temsilcilerinden ve çok kaliteli bir yerden başladı. İskandinavya’da yaşıyordu ve çok iyi uluslararası müzisyenlerle bir araya geldi, harika sound’lar yakaladı. Bağlamayı öyle bir sound’un içine sokmak zordur, bugün bile Türkiye’de bu bir sorundur örneğin. Onun matematiğini bulmuş Haco. Onlardan çok etkilendik zaten.
CK: Ben ilk albümle girdim ekibe. Bajar, “marka” olarak yeni bir şeydi, daha çok Vedat’ın bilinirliği vardı. Dolayısıyla dinleyici kitlesi başlarda Kardeş Türküler dinleyicilerinin yoğun olduğu bir kitleydi. Ancak gittikçe gençleşti dinleyici. Bajar artık kendi dinleyicisini oluşturmuş durumda. Dinleyici gençleştikçe grup da müzikal anlamda gençleşti. Gündemin içinde esnekliği geniş olan bir ekip Bajar; hiphopa da açığız biz, elektronik müziğe de… Nihayetinde müzik müziktir. Klasik rock, hard rock muhafazakârlığı içinde bir grup değiliz yani. Hatta adımız “rock” kaldı ama bu sınıflamalar da problemli. Mesela bir noktada elektronik ögeleri çok kullandık.
VY: Hatta önümüzdeki günlerde elektronik bir “govend”, yani halay projemiz var, 5-6 şarkılık.
Peki, Bajar’ın yaptığı müziği “protest” olarak adlandırabiliyor muyuz? Bu kavram da tartışmalı bir kavram olduğu için soruyorum bunu…
CK: Başlarda sözleri daha protestti, gittikçe bu protest ruh sözlerden müziğe kaydı gibi geliyor bana. Müziğimiz daha dışavurumcu artık. Eskiden imgeleri daha çok kullanırken müzik daha vurucu olmaya başladı şimdi. Özellikle pandemide, 2 seneye yakın konser yapamamışken sonrasında, provasız olmamıza rağmen daha iyi çalıyor olduğumuzu fark ettik. Çünkü önceden üzerine çok düşündüğümüz detayları, nüansları unutmuşuz. Daha temel şeyler kalmış aklımızda ve daha “yüksek” bir müzik çalıyoruz şimdi. Daha dirençli, sallasan kolay yıkılmayacak bir müziğe dönüştü müziğimiz, bu anlamda protest diyorum.
VY: Bir de protestlik yalnızca sözlere bağlı bir şey değil, ortama, tarihe göre de değişiyor anlamı. Mesela Kürtçe müzik yaptığında direkt protest oluyorsun. Örneğin biz Kardeş Türküler’le ‘Kara Üzüm Habbesi’ni seslendirdik biliyorsunuz, bu protest bir şarkı mı? Hayır. Onu ilk Mahzun Kırmızıgül’ün bir kanalı vardı, Kırmızıgül yayınladı, bizi sever, dinlermiş. Hatta sohbet ederken dedik ki “Klibimizi şarkı Kürtçe diye yayınlamıyorlar”, dedi ki “Dur ben RTÜK Başkanı’nı bir arayayım”. RTÜK Başkanı dedi ki “Sözleri göndersinler”. Yahu neyini göndereyim sözlerini? Herkesin bildiği ‘Kara Üzüm Habbesi’ işte, ne olabilir ki? Oturup ona gizli devrimci sözler mi yazacağız? Ne oluyor bu sefer, Kürtçe olduğu için ‘Kara Üzüm Habbesi’ politik bir şarkı oluyor, politik bir anlam kazanıyor hiç öyle bir niyetle yazılmamış, söylenmemiş olmasına rağmen. Bajar’ın şarkılarının sözlerine baktığında ise daha içeriden, derinden bir protest ruh görürsün. İnsan hikâyelerinden yola çıkan, işportacıyı, ameleyi, beyaz yakalıyı anlatan şarkılar… Bir de tabii direkt politik manası olan şarkılar var, ‘Serhilan Jiyane’ gibi, ‘Tam Tam Sesleri’ gibi.
‘DENGBEJLERİ DANSA EŞLİK ETSİN DİYE KULLANMAK KIRICI OLABİLİR’
Söylediğiniz çok doğru, göçle ortaya çıkan bir karşılaşmanın müziği Bajar’ınki, kentli bir müzik bu anlamda. Şimdi Kürtçe olarak birçok müzik tarzında eserler görüyoruz artık, rap var, Kürtçe elektronik müzik var… Siz bunları takip edebiliyor musunuz?
VY: Çok iyi yapan arkadaşlar var, özellikle gençler arasında. Ama tabii olanakları çok kısıtlı. Elektronik müzik olarak da daha çok enstrümantal işler görüyoruz, araya Kürtçe geleneksel bölümler yerleştiriyorlar. Dengbejlikle bu tür müzikleri bir araya getirmek zor tabii. Dengbejliğin kendine has bir ritmi var ve değişken bir ritm bu. Bir elektronik yapının üzerine bir dengbejlik örneğini koyduğunda ortaya güzel şeyler de çıkabilir tabii ama bana biraz kolaycılık gibi geliyor. Aslında daha ince ele alınması gerekiyor çünkü dengbej bir şey okurken iniyor, kalkıyor vesaire. Dengbej üslubundan yararlandığımız çalışmalarımız var tabii. Doğrudan dengbejlerin okuma tarzını öğrenip o ses tonunu, okumayı adeta taklit ettiğimiz işler de var. Ancak günümüzde Kürtçede aksanlar ve ses tonları da pop kültürün etkisiyle çok Batılılaştı. Şimdi Autotune gibi programlar vesaire de kullanıyorlar, iş çığırından çıktı.
CK: DJ’lerin geleneksel müzikleri malzeme olarak kullanmasının örneği çok. Bu tam olarak kültür endüstrisi ile ilgili bir durum. Müziği ele alarak yeni bir bileşime gidiyorsanız ayrı bir şey ama kültür endüstrisinin içinde kolay tüketmeye yönelik bir şey yapıyorsanız orada Kürtlerden dilleriyle ilgili bir karşı çıkış gelmesini doğal buluyorum. Ancak bu karşı çıkış korkusu yüzünden kurunun yanında yaşın da yanmaması gerekiyor. Bu halkın dilini korumak istemesi, farklı denemelerin önünü de kapatmamalı diye düşünüyorum. Sözün ne anlattığını bilmeden bir kulüpte insanların içkisine, dansına eşlik etsin diye dengbej kültürünün kullanılması kırıcı olabilir. Dengbej ne diyor orada, ne anlatıyor? Bunu düşünmeden onu sadece bir estetik, hatta oryantalist bir unsur olarak kullanmak tam olarak endüstriye hizmet etmek anlamına geliyor. Yani arada bir denge var, denemelere de açık olmak lazım ama endüstri hortum gibi bir şey, sizi hemen içerisine çekebiliyor.
VY: Burada “imgesel örgütlenme” önemli. Yani beste yapmak çağrışımlarla ilgili bir şey, bu çağrışımlar bize nerelerden geliyor? Hangi ideolojik saldırının altındayız? Bunları kaçırmamak lazım. Ve metinle, sözle demokratik bir ilişki kurmak gerekiyor. Tabii ki ne var ne yok diye günceli takip etmek, denemeler yapmak, açık olmak lazım ama Cansun’un da dediği gibi burada denge çok önemli. Nizamettin Ariç mesela, dengbejlik üslubuyla Batı klasik müziğinin belli ögelerini bir araya getirmiş, çok güzel örnekler onlar. Zor iş, çok emek vermek lazım.
'DOĞU'DAKİ KONSERLERDE ENERJİ PATLAMASI YAŞANIYOR'
Bajar’ın müziğine Doğu’da nasıl bir tepki var? Nasıl geçiyor bölgedeki konserleriniz?
CK: En ateşli konserlerimiz Doğu’da geçiyor. Orada bir enerji patlaması yaşanıyor konserler, müzik teferruat oluyor. Biz seyirciyi nasıl yakalayacağız derken onlar bizi çoktan yakalamış, havaya kaldırmış oluyor. Biz onların enerjisine yetişmeye çalışıyoruz. Özellikle 30 yaş altı çok pozitif enerjili çünkü bazı enerji de negatiftir ve siz sahnede defansa geçersiniz. Bu öyle değil, sürekli birlikte yükselen bir enerjiden söz ediyorum. O konserler benim Bajar’la yaşadığım en güzel konserler. Mesela yeni bir şarkı yapmışız, pek de duyulmamış diye düşünüyoruz. Gidiyoruz, Doğu’da bir Açıkhava konseri yaparken şarkıya giriyoruz ve üçüncü saniyede bir enerji patlaması yaşanıyor. Yakalamışız o damarı demek ki.
VY: Belli bir yaş üstündekiler daha çok dengbejlik geleneğine uygun şeyler bekliyor orada, bize de söylüyorlar. Bir de beni Kardeş Türküler’den bildikleri için mesela ‘Kara Üzüm Habbesi’ni istiyor bizden (gülüyor). “Abi,” diyorum “zurna yok, nasıl yapacağız onu?”. Ya da mesela daha çok türkü okumamızı isteyenler, geleneksel şarkıları isteyenler oluyor. Normal tabii bunlar. Ancak bunlar daha çok barlarda, kulüplerde verdiğimiz konserlerde karşımıza çıkıyor. Biletli konserlerde zaten bilen geldiği için onlar Bajar’ın müziğini dinlemek için orada bulunuyor, ona eşlik ediyor.