YAZARLAR

Vehbi Başer: Türedi zenginlerle alt sınıflar otoriter kucaklaşma içinde

Prof. Dr. Vehbi Başer, Türkiye’de yeni süreçte demokratik bir dönüşüm imkânı varken bu fırsatın heder edildiğini ve yapılan manipülasyonla bir oklokrasi yaratıldığını düşünüyor. Toplumun whatsapp üzerinden birbiriyle fısıldaştığı ve sosyal medya üzerinden dahi düşüncelerini dile getirmekten kaçındığı bu düzenin acilen dönüştürülmesi gerektiğini söylüyor. Vehbi Hoca’yla cemaat ve tarikatların tahakküm hırsı dahil ülke sosyolojisini masaya yatırmaya çalıştık.

Şu an yaşanan toplumsal sorunların elbet önceki kuşaklardan tevarüs ettiği tarihsel kökeni olsa da bir taraftan da hızla dönüşen bir toplumsal yapıyla karşı karşıyayız. Bu durum bizi, yaşadığımız transformasyonu anlamak için bir taraftan tarihe öte yandan da yaşadığımız ana odaklanmayı zorunlu kılıyor. Her anlama aynı zamanda olumlu anlamdaki dönüşüme bir katkıdır. Yaşadığımız dönüşümler üzerine Vehbi Hocayla söyleşimizi keyifle okuyacağınızı umuyoruz.

ELİTLERİN DEVLET TAHAKKÜMÜ, ELEŞTİREL DÜŞÜNCEYİ KETLEDİ

Neden eleştiriye açık bir toplum değiliz? Bunun sosyolojik arka planına ilişkin ne söylenebilir?
Her ne kadar Osmanlıdan bu yana seçkin gruplar, halktan bağımsız ve halka tahakküm eden bir pozisyon elde ettilerse de onlar da hiçbir şekilde kendi bağımsız düşünme imkânlarını inşa edip bu konuda bir özerklik elde edemediler.

Başer: Çevre merkezi ele geçirmedi, çevre merkezî menfaatlerden siftinme bahşedilerek evcilleştirilip devşirildi. Özellikle de 15 Temmuz sonrasında, bu daha da gelişip derinleşti.

Aydın denen bu zümre, entelektüel açıdan büyük ölçüde cüce kalmış bir zümredir aslında. Buna rağmen Arap, İran ve Hint dünyasında “bağımsız bir entelektüel dünya”nın oluştuğunu söyleyebiliriz, buna karşılık Anadolu olarak biz bu konuda çok daha çorak kalmış bir coğrafyayız. Türkiye açısından durum, seçkinlerin Osmanlı mirasını devraldığı, bunu reddetse bile aynı miras içinde yoğrulduğu, dolayısıyla da bir devlet erkân ve adabı içinde güç kudret elitlerine dönüştükleri ve bunun büyük ölçüde suskunluk yarattığı bir tablo sunuyor. Güya aydınlanma diye bir tafra vardır, hiç alakası yoktur. Cumhuriyet büyük ölçüde Osmanlı askeri eliti ile onun öncülüğü ve tahakkümünde bir sus pus devlet düzeniydi, ne tek partili ne de çok partili hayat döneminde eleştirinin özgür olduğu, ifade özgürlüğünün sonuna kadar kullanıldığı bir dönem yaşanmadı.

TÜRKİYE’DE ÇEVRE MERKEZDEKİ RANTA ORTAK OLDU

Türkiye siyaseti ve toplumunu merkez çevre ilişkileri çerçevesinde açıklama eğilimi oldukça güçlü. Bu bağlamda çevreden merkeze ilerleyenler mi devleti ele geçirdi yoksa aslında devlet kendi ideolojisini ve meşruiyetini kabul ettirerek çevreyi mi merkezileştirmiş oldu?

Çevre merkezi ele geçirmedi, çevre merkezî menfaatlerden siftinme bahşedilerek evcilleştirilip devşirildi. Özellikle de 15 Temmuz sonrasında, bu daha da gelişip derinleşti. 15 Temmuz olayları sırasında “Demokrasi Nöbetleri” olarak anılan bir ara dönem var. Bu durum Türkiye'de halkın kamusal alana sahip çıkması biçimine dönüşecekken maalesef, başka bir şekilde manipüle edildi ve halkın tepkisi, güruhlaşmış bir kitle baskısına dönüştürülerek bir oklokrasi yaratıldı. Bu, bırakın eleştiriyi, nefes alınabilir bir yapı dahi değildir; insanların nefes alırken bile yanlış nefes almamaya çalıştıkları, kendi kendilerini sansürledikleri, evde, sokakta, iş yerinde dahi mimlenmemek için “politik bir oto kontrol teyakkuzu” ile kitle baskısına boyun eğdikleri bir düzen kuruldu. Bu düzenin acilen dönüştürülmesi lazım. İnsanlar sosyal medyada konuşamaz oldu, whatsapp grupları gibi ortamlarda bile ancak fısıldaşabiliyorlar.

GERÇEK DEMOKRASİ BEKLERKEN OKLOKRASİYLE KARŞILAŞTIK

Peki hocam bütün bir tarihimizi kültürel açıklamalarla yorumlamak ne kadar doğru? İşin bir de sınıfsal boyutu yok mu? Belki Cumhuriyetin ilk dönemleri için sanayileşmesini tamamlamamış bir toplum olması bakımından sınıfsal bir yapı arz etmiyordu ya da sınıflı yapı belirleyici değildi. Ama şimdi durum biraz farklı değil mi?

Burada esasen güç merkezi tarafından ikincilleştirilmiş İslamcılar, mevcut dışlanmışlık konumlarından, AK Parti iktidarı ile birlikte merkeze emildi. Bu süreç aynı zamanda ülkenin küresel ekonomiyle eklemlenme sürecidir. Bu eklemlenme İslamcıların yükselişiyle eşzamanlı gerçekleşmiştir. Devletin Cumhuriyet dönemi boyunca bir duyarlılığı vardı, sınıfsal kristalizasyonu yıkıma uğratıyordu devlet. AK Parti sürecinde devletin bu tavrı tuhaf bir biçimde evrilerek Batılı anlamda sınıflı bir topluma geçiş sürecine –belki şimdilik, bunu zaman gösterecek– yeşil ışık yaktığını görüyoruz. Özellikle 15 Temmuz sonrasında belirginleşen, farklı kesimlerden, farklı ideolojik ya da siyasi kamplardan gelen bir oligarklar zümresi bütünleşmesi yaşanıyor Türkiye’de. Eski İslamcı, yeni büyük burjuvazi içinde, bir zamanlar tümüyle uzak durdukları, nasyonalist diye suçladıkları MHP’yle ya da derin devlet kudretleriyle kucaklaşarak Cumhur İttifakı çatısı altında AK Parti’nin yeni bir oligarşi inşa etmesi sürecine katılıyorlar.

AK PARTİ’NİN BÜYÜK ŞEHİRLERİ KAYBETMESİNİN NEDENİ ORTA SINIF YABANCILAŞMASI

Peki hocam bu yapının bir toplumsal tabanı var mı?

Evet var. Özellikle gene kültürelci bir geçişlilikle bu kesimlere sosyal yardımlarla pompalanan, görünüşte bir refah, ama aslında kıt kanaat bir hayat var. Bu insanlar biliyorlar ki AK Parti’nin aktardığı kaynaklarla geçim çarkını ancak çevirebiliyorlar. Burada oligarşik bir bütünleşme içinde oluşmakta olan yeni büyük burjuvazi ile güruhlaştırılmış alt sınıfların sosyal yardımlarla merkeze emilerek inşa edilen bu oklokratik dengede, orta sınıfların tost olduğunu görüyoruz. Aslında biraz daha dikkatli bakacak olursak yeni büyük burjuvaziye katılamayan ve bu katmanda neler döndüğünün farkında olan üst sınıfların alt dilimi ile orta sınıfların üst ve orta dilimleri –ki bunlara artık küçük burjuvazi diyebiliriz– bu giderek artan basınca dayanamayacak bir hale gelmiş durumdadır. Bunların “azıcık da biz ölelim yahu” beklentileri boşa çıktı. Halk tabiriyle “göle su gelesiye kurbağanın gözü çatlarmış”; sözünü ettiğimiz küçük burjuvazi, büyüyen ekonomik pasta ve artan siyasi kudretten kendi konumlarıyla mütenasip bir pay alma beklentilerinin boşa çıkması ile bir tür siyasi-sosyal yabancılaşmaya sürüklendi. AK Parti’nin büyük şehirleri kaybetmesinin kökeninde bir orta sınıf yabancılaşması ve politik tepkisi yatıyor. Çünkü yeni büyük burjuvaziden dışlanarak alt katmana itilen üst sınıfın alt dilimi ile orta sınıflar oligarşik bütünleşme zemininde Türkiye’nin büyük kaynaklarının nasıl talan edildiğini görüyorlar. Bunu alt sınıfların kavraması mümkün değil.

TÜREDİ ZENGİNLERLE ALT SINIFLAR OTORİTERYEN BİR KUCAKLAŞMA İÇİNDE

Bazıları ‘orta sınıf diye bir şey kalmadı’ diyor gerçi ama….

Ekonomik olarak orta sınıfın büyük bir gerileme içerisinde olduğu muhakkak. Bu durum, son dönemlerde hormonlu büyüme ve sıcak para akışı üzerinden ortaya çıkan zenginleşmeden pay alamamasından kaynaklanıyor. Bununla birlikte, sınıfsal konum ve aidiyet sadece ekonomik temelli değil, aynı zamanda sınıf bilinci ve sınıf kültürü de çok önemli ve orta sınıfların eskiden beri kendine özgü kentli bir kültürü var. Sadece ekonomik göstergelere bakarak bu sınıfın eridiği sonucuna varmak bir yanılsama oluşturuyor.

Başer: AK Parti’nin büyük şehirleri kaybetmesinin kökeninde bir orta sınıf yabancılaşması ve politik tepkisi yatıyor. Çünkü yeni büyük burjuvaziden dışlanarak alt katmana itilen üst sınıfın alt dilimi ile orta sınıflar oligarşik bütünleşme zemininde Türkiye’nin büyük kaynaklarının nasıl talan edildiğini görüyorlar. Bunu alt sınıfların kavraması mümkün değil.


Öte yandan devlet Türkiye’de öteden beri yüksek burjuvaziyi gemlemeye çalışmıştır. Menderes’in Sabancı’yı, Özal’ın Anadolu Kaplanlarını, AK Parti’nin de yükselen dindar büyük burjuvaziyi palazlandırarak yerleşik burjuvazinin gücünü dizginleme politikaları, devletin “sınıfsal ayrışma ve kristalizasyonu geciktirme mantığı” ile uyumluydu. Bu aynı zamanda mesela DP’nin Koç sermayesini, Özal’ın TÜSİAD sermayesini ve AK Parti’nin Aydın Doğan’ı budaması ile de işlevselleşen bir mantıktır. Aslında 15 Temmuz’dan sonra, özellikle Cumhur İttifakı’nın kurulmasından sonra olan şey, bir yandan dindar yeni unsurları ile büyük burjuvazinin kendi içine kapanması, öbür yandan da sosyal yardımlarla geçinen alt sınıfların iktidar yanaşması güruhlara dönüştürülmesi yoluyla Türkiye, Batı tipi sınıflaşmış bir toplum olma sürecine girdi. Küçük Burjuvazi ise bu yeni durum karşısında bir geri çekilme ve tepki içerisinde. Bu küçük burjuvaziye bir de yüksek öğretim gören gençliği de dahil etmek gerekiyor. İster alt sınıflardan isterse orta sınıflardan gelsin dindarların yeni nesilleri, kültürel olarak benim “tedeyyün budalalıkları” olarak adlandırdığım “gösterişçi dindarlık”tan fena halde bunalmış durumdadır. Gençlerin deizme kaydığı yönündeki panik, bu kültürel kopuşun deizm üzerinden çarpık bir anlatımı. Gençlerin deistleşip deistleşmediği su götürür bir tartışma konusu; ama şurası kesin ki, gençler küçük burjuvazinin sosyal ve kültürel dünyasına dahil oluyor ve bu konumla uyumlu bir sosyal ve siyasi yabancılaşma içine sürüklenmiş bulunuyor. Bu gençler muhafazakâr kesimin kanaatlerini paylaşmıyor ama tepki özünde inançsal değil sınıfsal bir tepki. Üst sınıflar ekonomik ve politik güçlerine güç katma peşindeyken orta sınıflar özgürlük peşindeler, alt sınıflar ise mevcut iktidara tapınan bir “durumu muhafaza” kaygısıyla hareket ediyorlar. Bu arada tabii türedi zenginlerden oluşan yeni bir üst sınıf meydana getiriliyor. Dolayısıyla burada türedi zenginlerle alt sınıfların otoritaryen kucaklaşması söz konusu. Küçük burjuvazi ise arada tost oluyor. Orta sınıfların 15 Temmuz’da ne olduğu konusunda da kafası çok karışık. Küçük burjuvazi olan bitene inanmıyor.

SINIFSAL YAPI OLUŞMADIĞI İÇİN DAVA, KOLAY SATILABİLİR BİR ŞEY OLMUŞTUR

Bütün bunlar olurken büyük resme baktığımızda kentleşme ve modernleşmenin neresindeyiz peki hocam? Ve bir de kentli bir dindarlık imkân ve ihtimalini görüyor musunuz?

Kent, sadece kırsal mekândan farklı bir mekân değil, kentsel kurumların yeşerdiği sosyal ve kültürel açıdan farklı bir dünyadır. Bir yandan gönüllü birlikteliğe dayalı dayanışma ağlarıyla kamusal dünyada kendi özgül beklentilerini gerçekleştirmeye çalışan sivil toplum oluşumunun ama öte yandan da kıran kırana bir sınıfsal mücadelenin yaşandığı mekânlardır kentler. Türkiye’de kentsel kurumların oluşumu açısından sivil toplum zaafiyet içindedir ve STK’ların önemli bir bölümü sivil yapılar olarak değil korporatist devlet düzeninin topluma nüfuz, himaye ve tahakküm araçları olarak biçimlenmiş yapılardır. 28 Şubat döneminde DİSK, KESK gibi sendikaların darbeyi destekleyerek devletin topluma tahakkümünü sahiplendiğini gördük. Mevcut durumda derneklerin, vakıfların ya da sendikaların bireylerin kamusal dünyaya katılımını mümkün kılan sivil toplum olarak işlevselleştiğini söylemek mümkün mü? Kesinlikle değil. Kimi cılız seslerin bile devlet katında ne kadar alerjiye sebep olduğu ortada. Tabipleri Birliği ya da Barolar neden rahatsız ediyor devleti? Bu kurumların solcu ya da sosyalist olması işin bahanesidir, bunlar iktidarı dengeleyecek bir yapı, az önce bahsettiğimiz tahakküm gücüne meydan okuyan kurumlar olduğu için baskı altına alınmaktadır. Devletin gerçek anlamda STK olmaya çalışan yapılara karşı stratejisi, STK’larla bir çekişme içerisine girerek, onları güçsüz bırakmak olduğunu görüyoruz.

BÜYÜK TOSLAMAYA ÇOK YAKLAŞTIK

Tüm bu hengâme çerçevesinde dindarlığa ne olacak peki?

Türkiye şu an günü kurtarmaya çalışan ve büyük bir yönsüzleşmeye sürüklenmiş bir ülke. Dış politikadaki sürekli eksen değişiklikleri, Libya ve Suriye’deki son durumlar ve ABD ve Rusya ile yaşanan sorunlar da tamamen bunun bir ürünü. Göstergeler Türkiye’nin er geç büyük bir kayaya toslayacağını gösteriyor, bunu göremeyen politik bir körlük var Türkiye’de. Bana kalırsa ne kadar erken toslarsak maliyeti o kadar az olur diye düşünüyorum. Ve bu gidişata ilişkin her uyarıya kapalı, hiçbir ikaza ve yön göstermeye tahammülü olmayan, yapılan uyarıları elinin tersiyle iten bir politik kudretle karşı karşıyayız. Gayet kibirli, şımarık, her şeyi bildiğini sanan ama aslına bakarsanız hiçbir şeyi de öngöremeyen, ekonomi olarak da hiçbir şeyi toparlayamayan tuhaf bir despotik siyaset var Türkiye’de. Bu toslama, bütün sınıfların travma yaşaması demek olacak. Ve dindarlar da ne yaşayacaklarsa bu travma sürecinde yaşayacaklar. Dindarlara bu politik toslama sonrasında ne olacak? Mevcut durumda dindarlığın kentlere doluşmuş bir taşralılık olarak görünürlük kazandığı, gemi azıya almış cemaat ve tarikatlerin topluma nizâmât verdiği bir manzara ile karşı karşıyayız. Politik olarak sözünü ettiğim oligarşik oklokrasinin en göze batan tarafı, ortalığı kasıp kavuran gösterişçi dinarlık tafrasının eşlik ettiği bir taşralılık… Bürokraside kimin görev alacağı, hangi kamu kaynaklarının musluğuna hangi cemaat, tarikat veya hemşeri topluluğu mensuplarının hükmedeceği, kimin hangi bahaneyle ihraç edileceği… konusunda lâ yüs’el bir kudret tafrasıyla zehirlenmiş bir dindarlık bu. Bundan bir kentli dindarlık çıkması beklenebilir mi? Hiç sanmıyorum.

TOSLAMANIN FATURASI DİNDARLARA ÇIKARILACAK

Öte yandan sözünü ettiğim politik toslama sürecinde, faturanın tamamen dindarlara ve dindarlığa kesileceği bir ters vektör oluşması bana kaçınılmaz görünüyor. Bu ters vektör altında, dindar duyarlılıklarından sıyrılalı zaten çok zaman olmuş, kamu kaynaklarının talanı aracılığıyla yeni oligarklar haline gelmiş eski İslamcıların da içinde bulunduğu Büyük Burjuvazi ile AK Parti süreci boyunca konum kaybına uğrayarak siyaseten yabancılaşmış Küçük Burjuvazinin el ele vereceği bir yeniden konumlanma da kaçınılmaz. Bu suretle, günümüzde dindarlık etiketiyle arzı endam eden bu taşralı görgüsüzlüğün büyük bir püskürtme harekâtına kurban gideceği anlaşılıyor. Bu süreçte dindarlığın suç sayılıp yeniden yer altına itileceği, dindarların AK Parti iktidarı boyunca elde ettiği bütün göreli güç ve servetin tıpkı Fethullahçı yapılanmaya yapıldığı gibi talan edileceği bir püskürtme yaşanacağını söylemek, şimdi çok komplocu bir yaklaşım olarak görülebilir. Benim tedeyyün budalalığı dediğim bu gösterişçi dindarlık, Türkiye’nin 200 yıllık gelişme ve modernleşme süreci içerisinde anakronik bir kist gibi duruyor. Dini bakımdan hiçbir gerçek kaygıya dayanmayan bu budalaca din gösterişini Türkiye püskürtecek ve bugün dindarlığıyla gayet müftehir kesimlerin de “yok yahu ben onlardan değildim” diye kendini temize çıkarmaya mecbur olduğu bir süreç olacak bu. Türkiye bu süreçten geçerek nereye varır, şimdiden kestirmemiz zor. Kentli bir dindarlığın oluşumu, belki yirmi otuz yıla yayılıp uzayabilecek böyle bir sürecin sonunda Türkiye’nin yeniden normalleşmeye başlaması ile gündeme gelebilir.

Zamanınızı ayırdığınız için çok teşekkür ediyoruz.

Prof. Dr. Vehbi Başer kimdir?

1961 Eskişehir doğumlu. Lisans öğrenimini 1985’te doktorasını 1993’te tamamladı. 2000’de Uygulamalı Sosyoloji alanında Doçent unvanı aldı. Hacettepe (1986–1993) ve Kırıkkale (1993–2005) üniversitelerinde çalıştı. 2005-2011 yılları arasında Balıkesir Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü Başkanı ve Ağustos 2016'ya kadar öğretim üyesi olarak görev yaptı . Halen Kocaeli Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü'nde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır.


İslam Özkan Kimdir?

İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu. Gazeteciliğe Selam gazetesinde başladı. Bir dönem kitap yayıncılığı alanında faaliyet gösterdi. Ardından Filistinhaber, Time Türk, Dünya Bülteni, Birleşik Basın gibi internet sitelerinde editörlük, TRT Arapça, Kanal On4, Kudüs TV gibi televizyonlarda haber müdürlüğü ve TV 5'te program moderatörlüğü, bazı Arap televizyon kanallarının Türkiye temsilciliğini yaptı. Halen Marmara Üniversitesi Ortadoğu ve İslam Ülkeleri Araştırmaları Enstitüsü Ortadoğu Sosyoloji ve Antropolojisi'nde doktora eğitimini sürdürmektedir.