Vicdan ve ahlâkın hükmü
İlerlemenin yolu bir bilimsel fikir; bu fikre inanmış erdemli, kararlı ve yetenekli bir ekip; bu ekibin kuracağı sağlıklı işleyen bir siyasal ekonomik sistem ve olmazsa olmaz halk desteğidir.
Seyfi Elçiboğa
Desteklediği takımı tribünden seyreden fanatik taraftarın telefonu çalar. Eşi ona, maça giderken açık unuttuğu musluk yüzünden taşmış suyla parke ve dolapların su içinde kaldığını iletmiştir. Telefonu kapatır, pişmanlık, öfke ve endişeyle karışık bir tutkuyla tezahüratına devam eder.
Tribün keyfi yaparken sıcak çayınıza buz atmış olacağım, azıcık serinlemek hepimize iyi gelecektir, kızmayın lütfen!
Size önce vicdanın el kitabı olan ahlâk üzerine fikirlerimi anlatacağım, sonra vicdanın sopası olan utanma ve suçluluk duygusu kavramlarını yazarak bir toplum resmi çizeceğim.
Ahlâk, Arapça bir kelime ve kökeni hulk sözcüğü. Hulk, kişinin doğuştan ve sonradan edindiği tabii davranışlar. Üç aylık bebeklerle kukla kullanılarak yapılmış deneyler sonrası öğreniyoruz ki bebekler kendine benzeyeni tercih etme, yardımseverliği olumlama, kendine benzemeyeni reddetme gibi bir takım ahlâkî edimlerle dünyaya gelir. Elbette bu edimlerin olumsuz olanları eğitim ile sönümlenir, olumlu olanlarıysa yeni edimlerle pekiştirilir. Yani insan belli bir duygu ve düşünce kalıbıyla doğar, aile, çevre ve okuluyla girdiği etkileşim sonucu bir ahlâka sahip olur.
Kanun yazabilir, yönetmelik hazırlayabilirsiniz ancak ahlâk bir akademik çalışma sonucu oturup yazarak belirlenebilecek bir metin değil. Ahlâk, toplumun uzun yıllara dayanan iletişimi ve devinimi sonucunda ortaya çıkan fikir, duygu ve davranış birliği olduğundan toplumun inançları, kültürel dokusu ve ekonomik-siyasal yapısı da ahlâk üzerinde etkili olur. Dolayısıyla toplum ahlâkını dışlayan kanunlar uygulamada başarılı olmayabilir. Örneğin kadınlara ve çocuklara şiddet uygulamak geniş bir kesim tarafından ahlâksızlık veya suç olarak görülmez. Kadın ve çocuklara şiddet bu nedenle yaygın şekilde vuku bulur, çıkarılmış yasalar hem güvenlik güçlerince uygulamaya kararlıca konmaz, hem de toplum bu yasalara riayet etmez.
Kanun karşıtlığı ve ahlâksızlık olmasına rağmen tanınmış simalar kopya çekme anılarını güle oynaya anlatmakta, kırmızı ışıkta geçmekten çekinmemekte, uyuşturucu bulundurma ve satma suçundan hüküm giymekte, buna karşın toplum tarafından dışlanmak bir yana hayranları tarafından destek görmekte. Yere çöp atma, gürültü yapma, ırkçı ve nefret söyleminde bulunma, uluorta küfretme, sıra kuyruğunda öne geçme, torpil yaptırma, rüşvet verme-alma, iş takip etme, tembellik yapma, vergi kaçırma, kaçak su-elektrik-doğalgaz kullanma gibi davranışlar toplumun bir kesimince ahlâksızlık olarak değerlendirilmezken örneğin bekar bir insanın karşı cinsten birilerini evine konuk alması dikkat çekici bir hal aldığında komşuları teyakkuza geçer; bu kişi çevre tarafından derhal ahlâksız olarak tanımlanıp dışlanır, ciddi bir baskıya uğrar, kimi durumlarda yaşadığı muhiti terk etmek zorunda kalır.
Halbuki ahlâk canlı bir organizma gibi sürekli değişir ve yenilenir. Misal anonim türkülerde ayın on dördü diye tabir edilen sevgiliye kavuşmak gıpta edilen bir davranışken bugün çocuk evliliği sayılarak şiddetle reddedilir. Yine Yaşar Kemal’in romanlarında yer yer aktardığı “hayvanlarla aşk” yaşanması hususu bugün sapıklık sayılır. Çok uzağa gitmeye hacet yok, 70’li yıllarda çekilmiş sinema filmlerinin idol aktörleri ev işi yapmayan, ağzında sigarası varken kadın tokatlayan figürlerdi, o figürlerin bugünkü türevleri yaşıyor olsa dışlanırdı. Son 50 yılda yaşanan ahlâki değişimi sırf roman ve filmlerde bile gözlemlemek mümkün.
Yetki verilirse tüm sülalesini yönettiği kurumda işe sokmayı arzu eden ve bunu ahlâksızlık saymayan milyonlarca yurttaşımız var. Bu zihniyetteki biri işe alımlarda torpil yapmış yöneticiyi niçin ayıplasın ki? 41 kurumdan maaş alan bürokratları da ayıplamaz. Siyasete girmek için evini ve arabasını satarak seçim kampanyası yapmış, makam elde ettikten sonra astronomik miktarda servet edinmiş siyasetçiyi de ayıplamaz. Bilakis canhıraş bir biçimde alkışlar, onun gibi olmaya gayret eder.
Ayrı görünseler de siyasi parti destekçilerinin esas şikayeti “Neden yolsuzluk yaptın, neden yalan söyledin, neden parti değiştirdin?” şeklinde değil, “Beni neden gözetmedin, bana neden pay vermedin, beni neden kayırmadın veya beni neden işe sokmadın?” şeklinde. Bu yüzden suça ve ahlâksızlığa bulaşmış siyasetçi ve bürokratlar destekçilerince takdir görmeye devam eder. Bu tipler arasında utanan da olmaz çünkü bu kavram da siyasetçi veya yöneticiler için yersiz bir kavramdır. Doğru kavram suçluluk duygusudur. Ancak politikacıların çoğunluğu aldıkları kararları, sarf ettikleri söz ve davranışları eksik veya yanlış olarak görüp suçluluk duygusu hissetmezler. İçinde yaşadıkları mikro toplumdan dışlanmayınca istifa da etmezler.
Ahlâk toplumlara özgüdür, özgündür. Mesela bize ısrarla örnek gösterilen Japon ahlâkı, katı yapısı ve değer yargılarıyla esasen toplumumuza dar gelir. Çünkü Japonlarda toplum baskısı o kadar katıdır ki örneğin en başarılı Japon Başbakanlardan Shinzo Abe, verimsizliğe yol açacağı düşüncesiyle sağlık sorunlarını gerekçe gösterip görevinden ayrılmıştı. Toplumlara göre farklılaşan ahlâk birbirine zıt olabilir; Çinliler, Ruslar, Araplar ve İngilizlerin ahlâkı gibi.
50’li yıllarda Japonya ve Güney Kore'de değişimin en önemli adımı eğitime yapılan yatırımlarla olmuştu. Bugün eğitim sıralamasında dünyanın ilk beş ülkesi arasında gösterilen bu ülkeler bütçeden en büyük payı eğitime ayırırlar. Güney Kore, ABD’nin de yardımıyla, kişi başına düşen milli geliri 60 yılda 200 katına, Japonya 84 katına çıkarırken Türkiye ancak 16,7 katına çıkarabildi. Kişi başına düşen milli gelir seviyesi 1960 yılında Japonya ve Güney Kore’den fazla olan Türkiye, nasıl oldu da bugün bu ülkelerin ekonomik, sosyal, siyasal ve teknolojik anlamda çok gerisinde kaldı, sorgulamak lazım. Ancak bunu yaparken karamsarlığın lüzumu yok.
Konuya açıklık getirelim. Türkiye, OECD ülkeleri arasında en milliyetçi-muhafazakar, en dindar, insana ve kurumlara güvenin en az olduğu, eğitimde en geri kalmış olan, vatandaşları en mutsuz olan, gelir dağılımında eşitsizliğin en çok yaşandığı, en fazla yolsuzluk yaşanan, en fazla kadına şiddet ve ayrımcılığın olduğu, demokratik hak ve özgürlükleri savunma kültürünün en zayıf olduğu ülke. Böyle bir toplumda yetişmiş siyasetçi, bürokrat, iş insanı ve şöhretli insanın nasıl bir ahlâkın taşıyıcısı olması beklenir? Verilecek cevap, iyimserliğe yer vermez.
Bu kısımda ahlâk kavramına biraz ara verip utanma ve suçluluk duygusuna geçelim. Girdiğimiz bir devinimin peşi sıra bünyemizde gerilim yaşamış olduğumuzu varsayalım. Bu gerilimin kaynağını, varlığımızda gördüğümüz kifayetsizliğe bağlarsak utanç duygusu, davranışlarımızdaki kifayetsizliğe bağlarsak suçluluk duygusu yaşarız. Utanma duygusunda özümüzü, becerilerimizi yetersiz veya eksik görürken; suçluluk duygusunda davranışlarımızı kusurlu görürüz. Her iki durumda da yalnız kalma, içe kapanma, pişmanlık duyma gibi başka hisler bilincimize eşlik eder. Kimi insanlarda nörolojik kusurlar nedeniyle rastlanmasa da birbirine pek benzeyen bu iki olumsuz duygu, aslında insanın sosyalleşmesine hizmet eden evrimsel geliştiricilerdir.
Bize bu duyguları hissettiren güç “iç ses”, “Tanrı’nın sesi”, “süper ego” olarak da adlandırılan vicdan; taşıdığımız değerlere, edindiğimiz ahlâka, olmak istediğimiz kişiliğe göre bizi muhakeme ederek duygu, düşünce ve davranışlarımızı iyi veya kötü olarak tanımlar. Demin bahsettiğim nörolojik bozuklukları olanlar dışında kalan herkesin vicdanı var. Vicdan hakim ise, ahlâk o hakimin uyguladığı hukuki metinlerdir. Nasıl ki benzer davalar karşısında farklı hakimler farklı hükümlere varabiliyorsa her insanın vicdanı da farklı hükümlere varabilir. İnsanlığın ortak bir vicdanı yok, hasta değilse “vicdansız” kimse de yok ancak ahlâksız insan vardır.
Ahlâk ile ilgili şöyle bir hipotezim var: ahlâkî sapmanın normal dağılım eğrisi gibi bir grafiğin uçlarında yaşandığını düşünüyorum. Şöyle ki: Maddi manevi gereksinimleri normalin çok altında veya çok üstünde olan bir yurttaşın toplum baskısından uzaklaşarak sapkın davranışlara yöneldiğini öngörüyorum. Yani insan çok açken çalabilir, eğitim seviyesi yetersiz olduğu halde hak etmediği pozisyonda çalışan kişi konumunu istismar edebilir, yeterince serveti veya güçlü pozisyonu olan kişiler ayrıcalıklı bir yaşam sürdürmek adına tüm ahlâkî ve hukuki yasaları çiğneyebilir, kötü tasarlanmış bir sistemdeki tüm aktörler kuraldışı hareketlere meyledebilir. O nedenle ahlâksızlık aynı zamanda bir yönetim sorunudur. Örneğin vergi hususunda kamu harcamalarını şeffaf ve tasarrufa uygun yapmaz, yolsuzluk ve kayıt dışılığın önünü kesmez, kamu ve muhasebe meslek mensuplarının dürüst, tarafsız, ilkeli, adaletli, mesleki yeterlilik gibi vasıflarını önemsemez; vatandaşın vergi yükünü kazançla adil olarak düzenlemez, kararlı bir denetim mekanizması kurmaz, caydırıcı cezalar koymaz, üstelik sık sık vergi affı çıkararak vergisini düzenli olarak ödeyeni adeta cezalandırıp ödemeyen mükellefleri ödüllendirirseniz vergi kaçırmayı engelleyemez, istediğiniz vergiyi toplayamaz, ÖTV, KDV gibi dolaylı vergiler koyup vergi açığını halkın sırtına yüklemiş olursunuz.
Sonuç olarak vicdanı güçlendirmenin yolu ahlâkı iyileştirmekten geçer. Sorulmadan cevabını vermek istediğim şu hususu da izninizle belirtmek isterim. Toplum liderliği ile toplum arasında diyalektik bir ilişki olduğunu düşünüyorum. Geri kalmış toplum yetersiz ve ahlâken zayıf liderler yetiştirebildiği gibi tersi de mümkündür. Aynı şekilde iyi bir toplumu geriye çekebilen Hitler benzeri kötü liderler yetişebildiği gibi geri bir toplumu ileriye taşıyabilen Gandhi gibi iyi liderler de yetişebilmektedir. Bir okulda farklı sınıflarda ders veren öğretmenler aynı insan havuzuna eğitim verdikleri halde içlerinden bir sınıf muazzam gelişebilir, burada öğretmenin liderliği etkili olur. Toplum ne kadar ahlâksız olursa olsun toplumu iyi yönde geliştiremeyen lider kötü liderdir. 1974 sonrası KKTC ve Kuzey Kıbrıs Rum Cumhuriyetinin gelişimine bakın lütfen. Toprak, su, insan, kültür ve hava aynı ama neredeyse on katı gelişmiş Kıbrıs Rum Cumhuriyetine karşı kamu maaşlarını Türkiye’nin ödemek zorunda kaldığı bir KKTC yönetimi var.
O nedenle yönetmeyi beceremeyen kötü liderleri savunmak adına her fırsatta “toplum zaten ahlâksız, lider ne yapsın!” tezini savunmak saçmalamaktır. Ancak her türlü olumsuzluğa ve daha kötü şartlardaki insan kaynağına rağmen Türkiye, eleştiriler saklı kalmak şartıyla, 1923-1940 yılları arasında yaptığı atılımla dünyanın en büyük ilk 10 ekonomisi arasına girebilmişti, aynı başarıyı tekrar gösterebilir. Biliyoruz ki o dönemin en ciddi gayreti toplumu eğitmek üzerineydi. Tekrar ilerlemek istiyorsak bunun yolu bir bilimsel fikir; bu fikre inanmış erdemli, kararlı ve yetenekli bir ekip; bu ekibin kuracağı sağlıklı işleyen bir siyasal ekonomik sistem ve olmazsa olmaz halk desteğidir.