YAZARLAR

Wes Anderson’ın ‘bölünmüş’ dünyası…

Her şeye rağmen ‘The French Dispatch’ başarısız bir film değil… Hatta Anderson sever seyircilerin zevk alabileceği bir yapım… Ancak biz kendi adımıza yönetmenin tam 7 sene önce çektiği ‘Büyük Budapeşte Oteli’nde olduğu gibi daha kompakt, daha ‘derli toplu’ bir hikâye kurmasını bekliyorduk!

Wes Anderson bizce yetenekli olduğu kadar ‘dürüst’ de bir yönetmen. Özellikle seyirci kitlesine karşı… Çünkü göreceli olarak genç bir yaşta (52) olmasına rağmen kendisi, on uzun metrajlı sinema filmlerine de ‘imzasını’ atmış, seyirciyi şaşırtmaktan vazgeçmeyen ama bunu yaparken de (çoğu kez kurmaca olsa da) yansımalarını gerçek hayatta bulabileceğimiz konuların ve dönemlerin ‘izlerini’ serpiştiren bir isim… En başta ‘çocukça’ gelebilecek bu ‘heves’ ve anlatım, Anderson’ın çok güçlü teknik becerisi ve inanılmaz hayal gücüyle birleşince ortaya göründüğünden çok daha derine inen filmler çıkıyor. Yönetmenin her filminde inanılmaz derecede bir detaycılık, son derece ‘stilize’ bir yönetmenlik ve kurgu ve çok özel diyalogların yanında dekorlarında yer alan renk paletinin ‘idealize’ bir geçmişi çağrıştırması dikkatimizi çekiyor.

Ayrıca yönetmen kendine karşı da aynı dürüstlükte, çünkü filmleri belli bir ticarî başarı kazanmış ve tabii ki kendisi belli bir ‘isme’ sahip olmuş ama asla birçok genç yönetmeni cezbedebilecek yan yollara sapmak, örneğin bir ‘blockbuster’ın başına geçmek gibi bir gayrette bulunmamış. En son örnek olarak ‘Nomadland’in yönetmeni Chloé Zhau’nun bile bunu yaptığını düşünürsek, bizce bu ender rastlanan bir durum…

Yönetmenin son filmi ‘The French Dispatch’ seyirci kitlesini ‘boşa çıkartmıyor!’. Görsel olarak adeta ‘buram buram’ Anderson filmi kokuyor! Değindiğimiz bütün özel dokunuşlarını yönetmen bir kez daha sunuyor. Ancak bu sefer senaryo bazında bir ‘kopukluk’, bir ‘bölünmüşlük’ hissiyatı da mevcut. Filmde asıl olarak dört parçaya ayrılmış ‘hikayecikler’ doğal olarak esas senaryoya bağlansa ve şaşırtıcı bir kurgu ve çok güzel kadrajlar eşliğinde aksa da her biri aynı etkileyicilikte değil. Sanki yönetmen tek bir parçadan oluşabilecek, ‘kompakt’ bir film senaryosunu gereksizce dörde ayırmış gibi duruyor. Dolayısıyla hem filmin mesajları (silinmese de) ‘bulanıklaşıyor’ hem de karakterlerle kurmamız gereken ‘empati’ yolu zaman zaman tıkanıyor.

GAZETECİLERE BİR ‘AŞK’ MEKTUBU…

Anderson, Roman Coppola, Hugo Guinness ve Jason Schwartzman dörtlüsü tarafından kaleme alınmış olan ‘The French…’ adeta gazetecilere yazılmış bir ‘aşk’ mektubu izlenimi veriyor. Film, önceleri daha mütevazi bir gazeteyken giderek yükselen ve sonunda uluslararası sınırlara ulaşan ‘The French Dispatch’ gazetesinin genel yayın yönetmeni Arthur Howitzer Jr. (Bill Murray) ve onun çekirdek yazar kadrosunu bize tanıtarak başlıyor. Gençliğinde Fransa'ya gitmiş ve bir daha asla ülkesine dönmemiş Howitzer, bunun yerine gazetesinde yer verdiği yazılarla ‘bütün dünyayı’ Kansas’a (kendisi oralı) getirmeyi hedeflemiş bir kişi…

The French Dispatch’ açık bir şekilde ‘The New Yorker’ dergisinden esinlenmiş olsa da tabii ki hem kendisi hem de bulunduğu ‘Ennui-sur-Blasé’ tamamen ‘kurmaca’ şeyler… Buna rağmen bazı karakterler ve özellikle Mayıs 1968’de öğrencilerin direnişi gibi kimi olaylar gerçeğe dayanıyor. Başka bir deyişle filmin renkli ve uçarı dünyası gerçeklikten tamamen kopmuş değil!

Yönetmen bize Howitzer karakterini ve gazetesinde kurduğu hoş atmosferi tanıttıktan sonra gazetede yer alacak dört farklı hikâyeyi anlatmaya koyuluyor.

Bunlardan ilki ve en kısası olan ‘The Cycling Reporter’, bizi Herbsaint Sazerac (Owen Wison) eşliğinde Ennui şehrinde bisikletle bir geziye çıkartıyor. Direkt olarak kameraya doğru konuşan Herbsaint hem hikâyeye sağlam bir giriş noktası sağlıyor hem de yönetmenin senaryosuna daha en baştan kattığı ince mizah duygusunu hissettiriyor. Arada Howitzer’in her birini ayrı ayrı sevdiği yazarlarıyla konuştuğu sahnelerle kesilen bu bölüm arkasından gelecek üç bölüm için de güçlü bir çıkış noktası oluşturuyor. Sonrasında anlatılacak, kurmaca olup olmadığını tam bilmediğimiz olayların, kendisinin de kurmaca olduğunu bildiğimiz bir gazetede basılması bizce başlı başına özel bir durum…

İKİNCİ HİKAYE BELKİ DE EN İYİSİ…

Bizce filmde anlatılan ikinci hikâye hem güçlü yapısı hem de karakterlerinin ilginçliğiyle diğer bölümler arasında öne çıkıyor, hatta belki filmin başyapıtı bile denebilir. Çifte cinayetten dolayı hapiste olan bir artistin (Benicio Del Toro) başında bekleyen ‘ilham perisi’ hapishane görevlisiyle (Lea Seydoux) yaşadığı romantik ilişki ve onun bir resmini görüp ‘vurulan’ ve onu dış dünyaya tanıtmak isteyen bir ‘sanat’ simsarıyla yaşadığı takışmalar, Anderson imzasının en net hissedildiği ‘enfes’ bir tat bırakıyor. Üstelik bu bölüm ‘çarpık’ ilişkilere takılıp kalmıyor, aynı zamanda hapisteki artistin geçmişini ve hikâyenin kendisini anlatan bir karakteri (Tilda Swinton) de devreye sokuyor. Yani karşımızda örneğini pek görmediğimiz bir ‘hikâye içinde hikâye’ durumu da mevcut. Hikâyenin bazı sekanslarının siyah-beyaz bazılarının renkli akması biraz şaşırtsa da hangi noktalarda değiştiğini hatırladığımızda kendi içinde bir mantığa oturuyor.

Sonrasında gelen üçüncü bölüm hikayeler arasında en gerçekçi temellere otursa da bizce mizah dozu olarak bir öncekini biraz aratıyor. 68 öğrenci olaylarında ön saflarda bulunan bir öğrenci (Timothée Chalamet) ile bir gazetecinin (Frances McDormand) ilişkisini anlatan bu hikâyede, McDormand’ın ‘keskin’ konuşmaları ve duygusuz yüzü, Chalamet’nin saf ve idealist tavrıyla hoş bir tezatlık barındırsa da bizce bu bölüm çok etkileyici bir şekilde bağlanmıyor. Yönetmen burada öyküde ‘ipin ucunu’ kaçırmamıza yol açan bir hız ve olay ‘bolluğu’ katmış gibi duruyor.

UFAK BİR HAYAL KIRIKLIĞI YARATAN SON BÖLÜM…

Finalden önce gelen ‘The Private Dining Room’ adlı bölüm aslında bir gastronomi yazarının (Jeffrey Wright) polisle çalışan bir aşçı ‘şefle’ (Stephen Park) yaptığı röportaj gibi, çok eğlenceli olabilecek bir giriş yapıyor. Ne yazık ki hikâye sonrasında bir çocuk kaçırma olayına ve onu kurtarma operasyonuna dönüşüyor. Wright’ın başarılı performansı ve bazı göz alıcı kadrajlara rağmen hikâye tam anlamıyla tatmin etmiyor. Bu bölümün zayıf kalması bir anlamda yönetmenin filminin bütününde (belki ikinci bölüm dışında) tam olarak yapamadığı bir şeyi tekrar hatırlatıyor: Çok kısıtlı sürelerde ikna edici karakter kurmak…

Filmde özellikle yönetmenin son yapımlarında olduğu gibi yine inanılmaz bir oyuncu kadrosu bulunuyor. Bill Murray veya Owen Wilson gibi artık ‘Anderson ailesine’ katılmış isimler dışında Benicio del Toro’dan Adrien Brody’ye, Frances McDormand’dan Edward Norton’a, yaklaşık bir düzine ünlü oyuncu ‘irili ufaklı’ rollerde boy gösteriyorlar. Ama hikâyenin bahsettiğimiz sürati ve ‘çok parçalı’ yapısı pek azının gerçekten ‘var olmasına’, büyük yeteneğini göstermesine izin veriyor.

Her şeye rağmen ‘The French Dispatch’ başarısız bir film değil… Hatta Anderson sever seyircilerin zevk alabileceği bir yapım… Ancak biz kendi adımıza yönetmenin tam 7 sene önce çektiği ‘Büyük Budapeşte Oteli’nde olduğu gibi daha kompakt, daha ‘derli toplu’ bir hikâye kurmasını bekliyorduk!


Kerem Bumin Kimdir?

1976 yılında Paris'te doğdu. 1994 yılında İzmir Özel Saint-Joseph Lisesinden mezun oldu. 1996-2000 yılları arasında Strasbourg Sosyal Bilimler Fakültesinde (USHS) Tarih ve Edebiyat bölümlerinde okudu. Ardından 2000 yılında İstanbul'a geri dönüp 2004 yılında Bilgi Üniversitesi Sinema/ Televizyon bölümünden mezun oldu. 2004 yılından itibaren çeşitli uzun ve kısa metrajlı sinema filmlerinde ve Belgesel filmlerde yardımcı yönetmen olarak görev aldı. Semih Kaplanoglu'nun 'Süt' adındaki sinema filminin ekibinde yer aldı. Son birkaç yıldır Yunan yönetmen Angelos Abazoğlu ile birlikte, Arte kanalı için Belgesel filmler üzerinde çalışmaya devam ediyor . Gazete Duvar'da sinema filmleri üzerine eleştiriler yazıyor .