X-Y-Z kuşakları: Teknik ve nesil ilişkisi
Tarih, kendisini sağlam argümanlarla ilk olarak kavramlaştıranların bile ummadığı bir gidişata bürünür. Çoktan başlamış ivmelenmeyi görebilirsek zaten genel resmi kavrayabileceğiz.
“Geleceğe Dönüş” serisi boyunca, “geçmiş”te iki kez mahsur kalan Marty’nin geldiği zaman makinasıyla kendi yaşadığı çağa dönebilmesi, daima bir enerji üretimi probleminin çözümüne bağlıdır. Birinci film, 1985’ten 1955’e yapılan yolculuğun gerçekleşmesi için tek seferlik kullanılan plütonyumun üretebileceği kadar yüksek miktardaki elektriğin, eve dönüş namına muhakkak tekrar oluşturulabilmesi üstüne kurulu. Dönem şartlarıyla sınırlı teknik kapasite bu miktarı konvansiyonel bir yöntemle üretemeyeceğinden ötürü, gelecekten gelindiği için tam olarak hangi anda nereye düşeceği bilinen bir yıldırımdan yararlanılıyor. (Yıldırım, mesaj verircesine bir saat kulesine düşüyor.) 1885’e gidilen üçüncü filmdeyse bu sefer elektrik meselesi bir şekilde halledilmiş ama daha temel ve eski bir sorun var: Zaman makinesini (ki kendisi DeLorean marka bir araba) yolculuk için gerekli hıza ulaştıracak enerjiyi sağlayan yakıtın (basitçe benzinin) eksikliği. Bunu da çözmek amacıyla, arabayı dönemin en hızlı teknik aracı olan bir lokomotifin ucuna yerleştirmeleri gerek. Elbette tüm bunları yapmaları için senaryo gereği hep tek şansları var. Bu şekilde her iki film de, geçmişten geleceğe (yani şimdiye) dönebilmeyi, başka bir deyişle bir nesilden ötekine keskin bir tarihsel sıçrama yapmayı, heyecanlı kurgularının gerilim unsuru yaratan başlıca motifi haline getirmiş. Dolayısıyla tüm o aile dramasının ardında; teknik, tekniğe bağlı enerji üretim modu ve nesiller arası ilişkiselliğin, esas sorunsal olarak merkeze yerleştirildiğini fark ederiz.
Filmden de aldığımız ilham ile, kendi önermemizin formülünü ilk baştan yazalım: Tekniğin kendisi bir jeneratör gibi; kelime oyunu yaparsak bir jenerasyon üreteci. (Fransızca: génération = nesil, kuşak) (Antik Yunanca: gignesthai = doğmak, yaratılmak; genesis = köken, yaratılış; genos = doğum, tür, soy) Teknik, enerji üretiminin ya da enerjiden optimum yararlanmanın modunu belirlerken eş zamanlı olarak farklı bir neslin yaratılışına da ön ayak oluyor. Nükleer enerji kullanmak gibi paradigmatik değişimler kadar taşla ceviz kabuğu kırabilmek de aynı etkiyi yaratmaya muktedir; zaten tüm mesele enerji kullanımının ekonomizasyonuyla ilgili. Sonuçta bir neslin, o nesil olmasını sağlayan şey, içinde bulunduğu teknik ortam-örtü-iklim; bir bitki türünün ancak belli koşullarda yetişebilmesi gibi. Eh, günümüzde yaratılan her tekniğin başına yeni nesil (telefon, bilgisayar, silah...) ibaresinin getirilmesi tesadüf değil.
Teknik ve nesil arası bu doğrudan ilişkiyi kavramak eskiye nazaran aslında çok daha kolay (bunun sebebi birazdan incelenecek); ama bunu neden hep gözden kaçırırız? İnsanın ontolojik olarak ilk elde en önemli şeyleri unutmaya eğimli olduğunu (Epimetheusçu yanını) bir tarafa koyarsak, olayı sadece zamansal farka indirgeyerek nesillere kronolojik bir “öz” tayin eden Amerikan sosyolojisinin buradaki kabahati büyük. Oysa nesil oluşumunun, doğum tarihiyle ilgisi sınırlı; esaslı bir ayrımı kuran şey, ilişkiye girilen tekniğin, aletlerin nitelikleri. Eksik yaklaşımın anlamadığı nokta bu gibi görünüyor. Zamanı homojen ve nötr birimlerden mütevellit varsayınca kaçınılmaz olarak yapılacak çıkarım, tarih sayacındaki sayısal değişikliğin nesil yaratımı için yeterli olması. Esas sebepler belirtilmeden yıl aşırı üzerimize yeni bir nesil tanımı atmalarının sebebi bu: X, Y, Z, alfa, beta... Bu isimlendirmeleri yaparken alfabetik sıralamayla gidilmesi, zamansal ardışıklıktan ötesinin önemsenmeyişinin de bir göstergesi. Nedenlerden ziyade sonuçlarla ilgilenildiği kesin; aynen pazarlama alanında, müşterilerin kategorize edilişi gibi kimin nereden geldiğinin bir önemi yok, ama hedef kitlenin sahip olduğu davranış, tutum, arzu, korku en ince detayına kadar belirlenip sabitlenmeli ki mal ve hizmet arzının nasıl yapılacağı bilinebilsin. İşte kamunun sürekli maruz kaldığı kuşak sosyolojisinin ufku, reklamcılıkla bu denli iç içe geçtiği ölçüde dar. Bu pragmatist yönelim olmasa ve vurguladığımız formüle daha çok odaklanılsa, ardından şu sorgulama da kolayca gelebilirdi: Antik çağlarda, sırf zaman ilerledi diye bir nesli ötekinden ayırt etmek, üstelik aradan geçen yüzlerce yıla rağmen hiç de yaygın değilken şu an beş-on yılda bir yeni bir kuşağı adlandırma alışkanlığı nasıl bu kadar rahatça kanıksandı?
Bu fenomeni anlamaya çalışırken şu matematiksel tabloyu zihnimizde canlandırmak işimizi epey kolaylaştıracak: Aritmetik değil, geometrik oranla artış gösteren bir çizginin tablosu. Yani burada toplanarak değil, çarpılarak oluşan üslü (İngilizce: exponential) bir büyüme temsil ediliyor. Bu tablonun dikey Y eksenine “teknik aletlerin ve bunlarla üretilen nesnelerin çeşitliliği” diyelim. Yatay X ekseni “zaman” olsun. Çizgi de “tekniğin gelişimi frekansı”na denk gelir haliyle.
Antik dönemde, yani yüzyıllar geçerken dahi çizginin neredeyse X eksenine paralel seyrettiği zaman dilimi boyunca, “tarih” kavramı bizim anladığımız şekliyle hissedilmez; zira teknik kısmındaki artış birkaç insan yaşamı süresince bile deneyimlenemeyecek kadar yavaştır. Hep aynı teknikleri, aletleri, nesneleri kullanan nesiller silsilesi ebeveyn-çocuk olarak art arda yaşasalar bile aslında farklı değil, aynı nesildendir. Burada genel inancın “döngüsel tarih” olması, yani tarihte hep aynı şeylerin olacağı gerçeğiyle hareket edildiğinin düşünülmesi boşuna değil. Bir anlamda “tarih” yok ya da tarih, vakaların kuru şekilde kaydedilmesinden ibaret; ne de olsa hepsi bir. (“Tarih tekerrürdür” klişesinin dayanağı bu kadar eski.) Çizgisel olarak “doğru” bir yöne ilerleyen zaman konsepti ancak Hıristiyanlıkla oluşturuluyor. Burada, teknik ekseninde kısmi bir artış var; belki iki-üç nesilde bir bu sezgi aktarılabildiğindendir ki artık zamanın en azından “ileri” gittiği düşüncesi yerleşebiliyor. Ama tablodaki ivmelenmenin “x = y” haline gelebilmesi, yani tam bir aritmetik artışa eşitlenebilmesi için Rönesans, Bilimsel Devrim ve bu gelişmeler sonucu başlayan Endüstriyel Devrim ve ona bağlı teknik nesne üretimi enflasyonunu beklemek gerekecektir; bu da Fransız Devrimi civarına denk düşüyor.
Tam bu noktada, Platon’dan beri süregelen felsefi gelenek hızla çatırdamaya başlar. Yani, varlığın özünün sabitlik, kalıcılık, sağlamlık, değişmezlikle tanımlandığı ve bunun aksini çağrıştıran her türlü “şey”in geçicilik, yanılsama, taklit ve yapaylıktan muzdarip, aşağı dereceden bir “görünüş” olarak kabul edildiği bu düşünce tarzı şiddetli bir krize girer. Elbette bu anlayış; tarihin pek de ilerler gibi gözükmediği dönemlerle örtüşüyordu ve oradan mirastı. Antik öğretide, teknik ve onun ürettiği nesneler de, bu ikincil türden özsel olmayan varlıkların başını çekiyordu. Ama 1800’lere varıldığında, artık bir şey “olma” ve hep o olarak “kalma”nın muteber görülmesinden çok, daima bir şeylere “dönüşme”nin asli norm kabul edildiği çağa geçilir. Y eksenindeki artış, yatay olmaktan ziyade aritmetikleştiği ölçüde algılanır olmuştur. Değişen teknikler, nesneler, ürünler ve bunlarla ilintili her türlü yaşamsal-kültürel pratik, tek bir insan ömrünün deneyim alanına hızlıca girip çıkacak kadar hareketli bir değişim, dönüşüm ve dolaşım halindedir.
Kant’ın, algılama söz konusuyken nesnelerin insan zihninde her seferinde yeniden kurulduğunu, böylece insanın daha dinamik algı süreçlerinin bir öznesi olduğunu vurgulaması bu denli hareket içeren bir çağın incelenebilmesine kapı aralar; fakat aynı Kant, bu algının zihindeki sabit kategorilerce belirlendiğini iddia ederek ve özneyi toplumsal bir tarihselliğin içinde değerlendiremeyerek yukarıdaki yeni zamansallığın daha derin şekilde kavranması açısından yetersiz kalır. Tarih fikrini dinamik özüyle keşfedecek kişi Hegel’dir. O, özel olarak teknikten bahsetmese bile, tekniğin bilinç düzeyinde yarattığı etkilerin değişimini ısrarla takip etmiş, bundan tarihin oluşumuyla ilgili genel bir mantık formülü çıkarmaya çalışmıştır. Hatta bizzat eskilerin özcü mantık dilini onları çürütme amacıyla kullanır; ironik olduğu kadar imkansız bir çabadır bu. Yine de bu çelişki, onun, belki tam da bahsettiğimiz aritmetik artışı sezmesi sayesinde tarihi aktüel olarak iş başında görebildiği gerçeğini değiştirmez. Öte yandan, tekniğin ve kültürün (ya da Hegelci jargon ile bilincin) değişim hızlarının uyuşmadığını da ilk olarak onun metinlerinden çıkarsarız; zira bilincin gelişimi daima bir mücadeleyi gereksinir, oysaki teknik ve bilinç eş zamanlı gelişseydi, arada bir mesafe kalmayacağı için bir mücadele alanı da açılmaz ve herhangi bir çatışmaya gerek kalmazdı. Ama Stiegler’in de 20. yy.’ın sonlarına doğru belirteceği üzere, kültür, tekniği daima arkasından izlemeye mahkumdur (yine Epimetheus miti); dolayısıyla teknik ilerlediği sürece kültür de kendini onun seviyesine uyarlamak için binbir çeşit mücadeleye konu olacaktır. Bir anlamda nesil çatışmalarının da bu dinamikten türediğini söylemek yanlış olmaz.
Her şeye rağmen Hegel’in de hatalı bir tutumu var; uzun vadede her şeyin en yetkin formuna evrileceğine dair sonsuz bir iyimserliğe sahip olması. Çağdaşlarının, fakat reaksiyoner romantiklerin değil, ütopyacı pozitivistlerin de paylaştığı bir duygu. Aslında onca altüst oluşa, savaşa, devrime karşın 19. yy.’ın geneline yayılmış bir ruh hali. Bu durum, tekniğin daima böyle stabil bir yenilik hızında kalacağı, kültürün de hemen ardından onu takip edeceği, böylece ikisi arasındaki dengenin bir şekilde korunacağı umutlu bir dünya tahayyülü yaratıyor. Bu inanç yine, doğrusal zamanı temel alan Hıristiyanlık kökenli olmalı. Halbuki o da kültürel bir pratik olduğu için, dönemi değerlendirebilmek adına çoktan gecikmiştir. Zira öngörülemeyen şey, dengenin başlamasıyla bitişinin aynı anda gerçekleşmesi. Geometrik oran tam da bu demek. Onca zaman X ekseninde ilerlemiş çizgi, bir dengeye (“x = y”) kavuştuğu andan hemen sonra artık Y ekseni, yani teknik lehine bükülecek. İvmenin istikrarlı kaldığının sanıldığı an, aslında kültürün yakalayamayacağı bir evrim hızına ulaşmış tekniğin; kültürün etkisi ve güdümünden kurtulup özerkleşerek kendi kendini belirlemeye başladığı, Stiegler’in “daimi yenilik-icatçılık” (Fransızca, innovation permanente) olarak adlandırdığı kopuş noktası olacak. Bu zamana değin felsefenin kanatları altında serpilmiş bilimin artık saf değiştirip, değersiz görülen tekniğin tarafına geçerek onu tekno-loji’ye dönüştürmesinin, bu yeni yönelimleri iyice pekiştirdiğini de vurgulayalım.
Sonuçta tarih, kendisini sağlam argümanlarla ilk olarak kavramlaştıranların bile ummadığı bir gidişata bürünür. Hızlı nesilleşmeye dair güncel sorgulamamızın cevabına böylece yaklaşıyoruz. Çoktan başlamış ivmelenmeyi görebilirsek zaten genel resmi kavrayabileceğiz: İlk önce son geniş nesil olan 18. yy. Aydınlanmacıları, daha sonra Hobsbawn’ın 30-40 yıllık aralıklarla Devrim (Napolyon nesli), Sermaye (Post-Napolyon nesli) ve İmparatorluk Çağı (Belle-époque nesli) olarak üç döneme ayıracağı 19. yy. ve nihayet nesilleşmenin zamansal açıdan iyice daralıp sıklaşacağı (yine Hobsbawn’ın deyişiyle) “Aşırılıklar Çağı” olan 20. yy. (1. ve 2. Dünya Savaşı nesilleri, Soğuk Savaş nesli, yani Boomer’lar vs.). Son olarak, sanki yer kalmamışcasına 20. yy.’ın sonu ve 21. yy.’ın başı gibi sadece 30 yıllık bir döneme hep birden sıkışmaya çalışan tam 3 ayrı kuşak (X, Y, Z).
Elbette toplumsal gelişmeleri yok sayarak meseleyi sadece tekniğin gelişimine indirgemeye çalışmıyoruz; aksine bu nesilleşme fenomeninin kültür ve teknik arasındaki hız uyumsuzluğuyla ilgili olduğunu özellikle vurguluyoruz. Ayrıca geometrik oran tablosunu, her şeyi matematiksel bir kesinlikle tarif etmek için değil, bin türlü istisnayla dolu bir eğilimin yaklaşık bir temsilini zihinde canlandırmak için verdiğimizi yineleyelim. Burada artık, bizim de Marty gibi bir zaman sıçraması yapıp, aradaki birçok önemli gelişme ve düşünceyi es geçme riskine girerek günümüz civarına dönmemiz gerekiyor. Çünkü “aşırılıklar”ı teker teker betimlemek çok zaman alacaktır; oysaki vakit “daralıyor”, zamansallık da ha keza.