YAZARLAR

'Yahu biz zaten fakirdik, daha ne kadar fakirleşebiliriz şu hayatta?'

Ayfer'in sorusundaki isyan, dipsiz bir yoksulluğu işaret ediyor. Sorularla devam edelim: Tüm insanlığın eşit olduğu tek bir şey düşünebilir miyiz? Asıl bu zamana mahsus olan “belirsizlik eşitsizliği” mi? Neden dinliyoruz Ayfer'i? “Hurda hayatlar” merkeze dair ne anlatıyor? Bir kısmını Derin Yoksulluk Ağı'ından Hacer Foggo yanıtlıyor, bir kısmı havada öyle asılı duruyor...

Şu hayatta gerçek bir eşitlikle dağıldığını bildiğimiz ne var? Tüm insanlığın eşit olduğu tek bir şey düşünebilir miyiz? Zenginlerin daha zengin, yoksulların gittikçe daha yoksul olduğu, bu farkın kapitalizmin erken zamanlarından beri hep misliyle büyüyerek sarp bir uçuruma döndüğü 21. yüzyılda, kendimizi zorlayalım bir cevap bulmak için. Gezegene dün inmediysek en baştan eleyeceğimiz çok şey olacak zaten. Başka? Örneğin su mu? Gülünç olur. Güneş ışığı deseniz, o da tam değil. Günde kaç saat çalışıldığına, nasıl evlerde yaşandığına bakar. Hava? En azından hava olsun. Ne yazık ki temiz havayı da eşit paylaşmıyoruz. Tek bir şey yok mu? Ölüm? Evet, ancak her birimizin fani olduğu bilgisi kadar. Sadece bir gün öleceğimizi bilmekle eşitiz, ama bunun ne zaman, nasıl bir ölüm olacağı da dağı, taşı, denizi dahi hakkaniyetle üleştirmeyen bu düzenin “görünmeyen eliyle” şekillenecek biraz da. Bunu biliyoruz.

“Sözün gelişi yarı aç yarı tok deyince anlaşılmıyor. Gerçekten aç kalmak diyoruz.” 34 yaşındaki Sivaslı Ayfer, Kayışdağı ve çevresinde hurda ve kağıt topluyor. Hiç başka iş yapmamış, yapamamış. En küçüğü daha bir yaşında olan dört çocuğuna böyle bakıyor. Kronik astımlı bebeğinin düzenli makine desteği alması gerekiyor; diğer üç çocuğu da, en azından şimdilik okuyor. Her tür evrağı götürüp sosyal yardım için “ret” duymaktan yorulmuş. Yaşadığı hayat, insanlığın bir kısmının konuştuğu dilden ayırıyor onu. Kelimeler aynı anlama gelmiyor. “Yarı aç yarı tok” bir teşbih değil onun için; belirsizlik dediğimizde kimi zaman akşam çocuklarına ne yedireceğinin bütünüyle, kesin bir biçimde belli olmamasından söz ediyor. Tek pirinç tanesinin, yarım ekmeğin bulunmadığı bir gün. Yok. Ve nasıl geleceği belli değil. Öyle kati ve şiddetli bir belirsizlik.

Ayfer, pandeminin ilk aylarında tenhalaşmış sokaklarda hurda aradı, geçimini günlük kazandığı 50-60 lirayla sağladığından yasaklı günler o çaresizlikle 24 saatten fazlasını çekti. Kontrollü sosyalleşilen yeni normalde ise geri dönüşüm merkezlerinin yaptığı “fiyat güncellemesi” nedeniyle, aynı miktarda kağıt toplasa bile üçte biri kadar kazanıyor. 12 yaşında geçirdiği trafik kazası yüzünden zaten bir ayağı aksayarak çalıştığı yetmezmiş gibi, o aylarda platinli bacağını kırmış. Fakat durması mümkün değil, bir süre sonra alçıyı çıkarmış mecburen, çekçek arabasıyla yine mesaide. Bu çağ insanlarının bu çapta ilk pandemi deneyimi, zenginlerin de olmayanlarla aynı tehditle karşı karşıya olduğunun onlar açısından pek sarsıcı bilgisiyle, başta bir eşitlik sanrısı yaratmıştı. Bugünün virüse dair şeffaflığı sorgulanır verileri dahi, Türkiye'de olduğu gibi tüm dünyada bir emek haritası çıkarıyor önümüze. Başlığı değiştirin, yetiyor. Hastalık ve ölüm oranları sınıfın hatlarıyla yayılıyor haritaya.

Eşit paylaşılan tek şey bulmakta zorlandığımız bu hayatta, hangi halinden konuşursak konuşalım, belirsizliğin de eşit dağılmadığını biliyoruz. Bu çağın alametifarikası geçmiş yüzyıllardan evrilmiş haliyle belirsizlikse, bizi ayrıştıranların en güçlüsü de “belirsizlik eşitsizliği” belki de. Ekonomik krizle birleşen salgından konuşurken, “Yahu biz zaten fakirdik, daha ne kadar fakirleşebiliriz şu hayatta?” diyerek Ayfer'i isyan ettiren o “dip”te görünen bu.

AYNI GÖVDEDEYİZ

Ayfer'in hikâyesi sadece Ayfer'i mi anlatıyor? Belki biraz tuhaf bir soru oldu. Hakikaten neden dinliyoruz Ayfer'i? Neden yazıyoruz, neden okuyoruz? Onunki gibi hayatlara yakınlaşmak, yaşadığımız toplumun gövdesinden kopmuş, yazıklanacağımız, dehşete düşeceğimiz bir ucu mu gösteriyor?

Zygmunt Bauman, modernitenin bir yüzünü de “atık” üzerinden tarif ediyor. Hem insani atıklar, hem de atık insanlar üzerinden. Modern üretimin ve hayatın kendisi kılınan tüketimin safrasıyla başa çıkmanın yolları, Türkiye'nin de iştahlı bir çöp “ithalatçısı” olduğu düşünülürse, bunun doğurduğu yeni tür kolonyalizm, bunlar hep bu çağa mahsus meseleler. Fakat bir de ihtiyaç fazlası, ıskartaya çıkarılmış, “hurda insanların” tasfiyesi var. Kim bunlar? Kayıt dışı bırakılanlar, istenmeyenler, ıskartaya çıkarılanlar, kağıtsızlar, mülteciler, bu yüzden “yersiz yurtsuzlar”, devletin ancak asayiş konusu ettiği “tutunamayanlar”, bu sistemin atıkları... Bauman, atık toplayanların iki meselenin de sınırında, “modernitenin gizli kahramanları” olduğunu söylüyor.

Ayfer ve onun gibi yoksulluk değil, “derin yoksulluk” içinde yaşamaya mahkum edilenlerin bütüne dair bir mesele yerine bir aşırılık olarak ele alınışında, “dışlanmasında” bir kritik nokta daha var. Sosyolog, felsefeci Robert Castel, bugüne özgü “gelecek belirsizliğini” ve Ayfer gibi çalışma yaşamının kıyısında olanların oraya nasıl geldiğini anlamadıkça yaşadığımız krizi tam olarak göremeyeceğimizi söylüyor. “Dışlananlar” dışarıda falan değil, toplumsal yapıyı kateden şok dalgası aslında merkezden başlıyor. Dolayısıyla Ayfer'in bıçak sırtı görünen hayatıyla, hâlâ iş bulma ümidi olanlar ya da çalışıyor olup da ertesi aydan emin olmayanlar, velhasıl korunmasız çok daha geniş bir kitle aslında aynı “bölgede”. Aynı gövdedeyiz. Bu da “yoksulluk” meselesini ele alırken ücretliler toplumunda yaşanan sarsıntıyı bütün olarak kavramanın gereğini dayatıyor. O hayatlara yukarıdan, “acımaya” dayalı bir temasın sorunlarını gösteriyor.

GÖRÜNMEYEN 'SINIFALTI'

Hacer Foggo

İstanbul'un yoksul, en yoksul mahallelerinde 15 yıldan fazla zamandır ev ev, baraka baraka gezerek en az beş bin bardak çay içmiş olabileceğini söylüyor Hacer Foggo. Derin Yoksulluk Ağı (DYA), onun gibi kent yoksulluğu üzerine çalışan 16 kişinin gönüllü emeğiyle işliyor. 2016'da birlikte hayata geçirdikleri, anne ve çocuklara destek veren Çimenev tecrübesi var bir de.

2019'da artık yüz yüze olduklarının bildikleri yoksulluk değil, “derin yoksulluk” olduğuna karar vermişler. Bu şu demek: Mutlak evsizlik, çok kötü barınma koşulları ve en teşbihsiz haliyle açlık. Tespit ettikleri bu durum pandemiyle perçinlendi; gündelik kazançla yaşayan seyyar satıcılar, kağıt toplayıcılar, çiçekçiler, temizlikçiler ve AVM çalışanları, restoran çalışanları, müzisyenler, var olan koşulların beteriyle baş başa kaldı. Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi’nin 2018 verilerini kullanarak yaptığı analize göre İstanbul’da yaklaşık 142 bin kişi sokakta çalışıyor. DYA, 18 Mart'tan bu yana iki bine yakın destekçiyle bu kişiler arasında bir köprü kurulmasına aracılık etti; online alışveriş üzerinden gıda, mama, bez, oyuncak, giysi ulaştırılmasını sağladılar.

Evet, bir sistem sorunundan söz ediyoruz. Fakat pandemi koşullarında yaptıkları öncelikli olarak bir tür “acil müdahale” idi. Mama olmadığı için bebeğine şekerli su veren anneler, o dönem istese dahi sokağa çıkamayan 65 yaş üstü yoksullar, yalnız anneler, yatalak durumda olup yetişkin bezine erişemeyenler, engelliler, aç uyuyanlar her şeyden önce hayatta kalabilmek için desteğe ihtiyaç duyuyordu. Foggo bir yandan da gelir adaletsizliğinin görünür olması için uğraştıklarını anlatıyor: “Bu ağ ile hem adaletsizliğin toplum tarafından farkına varılmasına, hem de 'sınıfaltı' dediğimiz kesimin görünür olmasına çalışıyoruz. Tabii asıl amaç devletin sosyal politikalarının daha kapsayıcı olması için toplumsal farkındalık yaratmak. Bu insanların içinde bulunduğu açmazı, yoksulluğu, gelecek korkusunu görmemiz gerekiyor. Bu bir hayırseverlik, yüce gönüllülük falan değil, giderilmesi gereken bir sosyal eşitsizlik, sağlanması için mücadele ettiğimiz şey sosyal adalet.”

DİSK Birleşik Metal-İş Sendikası Sınıf Araştırmaları Merkezi'nin Ağustos ayı için açıkladığı verilere göre, dört kişilik bir ailenin sadece gıda için asgari harcama tutarı 2 bin 401 TL. Buna eğitim, sağlık, barınma, ısınma, ulaşım gibi giderler eklendiğinde yoksulluk sınırı 8 bin 304 TL olarak görünüyor. Yoksulluk sınırının en iyi ihtimalle beşte biriyle yaşamak... Hakikat ise bu. Derin yoksulluğun bitmeyen bir kaygı, öfke ve belirsizlik getirdiğini söylüyor Foggo. Ve derin bir yalnızlık. “Dışarıya” karşı hissedilen uzaklık, bundan kaynaklanan yalnızlık kadar, bir de “içerideki” var. Her yaştaki aile bireyinin içten içe kendisini “evin yükü” gibi hissetmesinden, bunu düzeltme sorumluluğunu içinde duymasından kaynaklanan bir yalnızlık bu. 70 yaşındaki bunu yaşıyor, ama yedi yaşındaki çocuk da bunu hissederek büyüyor.

DEVREDEN BELİRSİZLİK

Birleşmiş Milletler’in verilerine göre dünya genelinde 800 milyondan fazla insanın günde 1,25 dolardan daha az bir gelirle geçinmeye çalıştığını hatırlatıyor Foggo. “Öngörülmeyen bir şeyle karşı karşıya değiliz. Politikacılar, yerel yöneticiler ulusal ve uluslararası alanda ağızlarını her açtıklarında yoksulluktan konuşuyor. Sunumlarına BM’nin yoksullukla mücadele fotoğrafıyla başlıyor. Peki neden azalmıyor? Neden yoksul mahalleleri iyileştirmek yerine soylulaştırmak seçiliyor? Pandemi boyunca bizim ağı destekleyenlerin bireysel gücüne daha çok inanıyorum ben. Daha gerçekçi yaklaştılar. O günlerde kağıt toplayıcı bir ailenin durumunu sormak için gece 3’te yazıştığım destekçiler vardı, kapanılan odalarda inanılmaz bir farkındalık da oluştu. Bunun kamu politikalarına daha fazla yansımasını umut ediyoruz. Ancak dayanışmayla ve sosyal adaletle dipteki öfke umuda dönüşebilir.”

Derin yoksulluğun bir niteliği de bir miras olarak çocuklara aktarılması. Belirsizlik eşitsizliği, “devreden belirsizliği” de getiriyor beraberinde. Hacer Foggo'nın yıllar önce tanıdığı bazı çocuklar, bugün kendisi anne, baba olmuş ve tıpkı kendi anne, babaları gibi açlık sınırında bir hayat sürüyorlar.

Ayfer çocuklarını okutmak istiyor, biri doktor, biri polis, her biri için hayalleri var. Belki şaşırtıcı gelecek, bu yazı dizisi boyunca duyacağınız tüm sesler arasında en umutlu olan Ayfer'inkiydi galiba. Neden? Çünkü artık “kapılı” ve “camlı” bir eve çıkmıştı. Teşbih yok, laf oyunu yok. Bir yıldan fazla zamandır kapısı, camı olmayan, kışın pencerelerine muşamba ve battaniye çaktıkları bir yerde yaşıyorlardı. Bir baraka mı demeli... Son dönemde DYA'dan gıda, belediyeden eşya yardımı almış. Bu, hayatlarında o kadar büyük, o kadar radikal bir değişim ki... “Biz bile biraz düzeldiysek her şey olur hayatta. Ben umutluyum” diyor Ayfer.

Notlar

Zygmunt Bauman'ın Iskarta Hayatlar-Modernite ve Safraları (Çev: Osman Yener) Can Yayınları'ndan. Robert Castel'in yazdığı Ücretli Çalışmanın Tarihçesi (Çev: Işık Ergüden) İletişim Yayınları'ndan. Derin Yoksulluk Ağı'nı yakından tanımak ve dayanışmak için: https://derinyoksullukagi.org

Sırada: Verilerde kaybolanlar, enkazın verisini tutanlar/ Özge/ Ali Rıza Güngen/ Aslı Odman

Bu çağa özgü gibi gelen, bu çağı Türkiye'de yaşamanın katmerlediği “belirsizlik” üzerine 20 bölümlük bir yazı dizisinden bir parça okudunuz. Fizikten felsefeye, siyasetten sosyolojiye, hukuktan psikolojiye uzanan alanlarda; yükselen denizlere ve uyuyan fay hatlarına, devletlere ve halklara, dışımıza ve içimize bakarak bir anlama çabası bu. Bilgisiyle, tanıklığıyla eşlik edenlerle birlikte sisin ortasında birlikte bir yürüyüş.


Pınar Öğünç Kimdir?

İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler mezunu. 1997 yılından beri çeşitli gazete ve dergilerde muhabir, editör, köşe yazarı olarak çalışıyor. Jet Rejisör (söyleşi, İletişim Yay.), İnce İş (söyleşi, İletişim Yay.), Asker Doğmayanlar (söyleşi, Hrant Dink Vakfı Yay.), Aksi Gibi (hikâye, İletişim Yay.), Beterotu ((hikâye, İletişim Yay.), Cotturuk Defterleri (çocuk, CanÇocuk) kitaplarının yazarı.