Yakın Doğu’da şiddet: Bugün ve dün

82 yaşındaki arkeolog Khaled al-Asaad bir aylık sorgudan sonra başı kesilerek öldürüldü. Teröristler gizli hazinelerin yerini öğrenmek istemişti. Oysa Palmira’da gizli hazineler yoktu.

Fotoğraf: Arşiv
Google Haberlere Abone ol

Savaşı, insanlara, diğer canlılara, doğaya ve inşa edilmiş tüm çevreye en büyük zararı veren, sistematik bir şiddet olarak tanımlayabiliriz. Orta Doğu’nun şimdiki zamanı ve geçmişi, savaşın ve şiddetin en korkunç örnekleriyle dolu. Aylardır Gazze’de insanın insana yaptığı katliamı, şiddeti ve sınırsız kötülüğü izliyoruz. Yüzbinlerce insan bir köşeden öbür köşeye sürülüyor, aç ve susuz bırakılıyor. Taş taş üstünde bırakılmıyor, okullar, hastaneler özellikle vuruluyor. Çocukların hiçbir ayrıcalığı yok, hatta şairlerin satırlarındaki gibi en çok onlar ölüyor. Dünyanın gözü önünde yaşanan felaket ve acı en korkunç Mezopotamya lanetlerinden, Eski Ahit’in belalarından da daha fena.

Bir gazeteci olarak hayatını Orta Doğu’daki çatışmaların, katliamların ve şiddetin anlatıcısı olarak geçiren Robert Fisk yaşasaydı —2 Kasım 2020’de öldü— Gazze’yi vahşetlerin en kötüsü diye tanımlar mıydı?

Democracy Now! radyosunda 2005’te Amy Goodman ile yaptığı bir söyleşisinden aldığım bölüm, bizlere, günümüzü ve ilerleyen satırlarda okuyacağınız binlerce yıl öncesini de anlatıyor aslında:

“Gittiğim savaşlarda, cephelerde, hastanelerde gördüklerimi görseydiniz, herhangi bir savaşa destek vermeyi, asla, aklınızın ucundan bile geçirmediniz. Evet, şimdi bazı sinema filmlerinde gerçeğe çok benzeyen feci kanlı sahneler çekiliyor ve bunu sinemada seyrediyorsunuz ama gerçek savaşın görüntülerini sansürsüz olarak televizyonda ya da gazetede yayınlamak mümkün değil. 1991’de (Birinci Körfez savaşı), ‘Ölüm Otoyolu’ denilen yoldan Basra’ya doğru gidiyordum, İngiliz ITV televizyonundan bir ekip de yoldaydı. Çölde ölmüş Iraklı askerlerin cesetleriyle karşılaştık. Köpek sürüleri bu cesetleri parçalıyor, yiyor ve sürüklüyordu. Film çekmeye başladılar, ‘Bunu yayınlatamazsınız ki’ dedim. ‘Yok hayır, arşivde bulunsun diye çekiyoruz’ diye cevap verdiler. Bir savaşa gittiğiniz zaman temel amacın galibiyet veya yenilgiden ziyade olabildiğince fazla ölüm ve acı yaratmak olduğunu idrak ediyorsunuz. İnsan ruhunun tümden iflası”  

MEZOPOTAMYA’DA SAVAŞ VE NEDENLERİ

Fırat ve Dicle nehirlerinin sağladığı tarımsal bereketin Mezopotamya’da şehirlerin kurulmasının ve kompleks toplum yaşamının ortaya çıkmasının ana itici gücü olduğu kabul edilir. MÖ dördüncü binyılın son çeyreğinden itibaren sınırları belirlenmeye başlayan şehir devletleri, tahıl üretiminin fazlasını depoluyor, böylece diğer işler için kaynak yaratıyor, toplanan ve dağıtılan ürünleri kil tabletlere kaydediyor —yazının ortaya çıkışı— ve Mezopotamya’da bulunmayan taş, maden ve ahşap gibi temel hammaddeler için uzun mesafe ticareti yapıyordu. Yerleşik kent uygarlıklarını, tarım ürününü ve diğer zenginlikleri korumak, su kaynaklarına egemen olmak ve uzak coğrafyalardaki hammaddelere erişmek Yakın Doğu’da yaşanmış savaşların ana sebepleridir.

Mezopotamya’nın kuzeyinde ve doğusundaki dağlık bölgelerde yaşayan kavimler ve batıda, çölde yaşayan göçebe gruplar, Mezopotamya kentleri için daima bir tehdit oluşturmuştu. Göçebe akınlarına karşı şehirler sur duvarları örülerek savunulmuş ve dağlardaki kavimleri bastırmak için zaman zaman karşı seferler yapılmıştı. Örneğin, Akkad İmparatoru Naram-Sin’in stelinde ölümsüzleştirilen zafer, Zagros dağlarında yaşayan Lullubilere karşı kazanılmıştı.

MÖ üçüncü binyıl boyunca Mezopotamya kent devletleri arasında toprak sınırları, nehirlere erişim ve sulama kanalları nedeniyle birçok yerel savaş yaşanmıştı. Bu savaşlar hakkında, kendi döneminde yazılmış, çivi yazılı kayıtlar mevcuttur. Yapılarda, özellikle çatıları örtmek için gereken ağaç kütükleri, silah ve alet yapımında kullanılan bakır, arsenik, kalay, demir gibi işlevsel madenler, öte yandan; takı, heykel, heykelcik, vazo gibi prestij objeleri için gereken altın, gümüş türü madenler Mezopotamyalı tüccarları Irak’ın güneyinden İran’ın, Anadolu’nun içlerine hatta belki Kafkasya’ya ve Afganistan’a uzanan ticari seferlere çıkarmıştı. Bu ihtiyaçların miktarı ve malların düzenli akışının sağlanması için, farklı dönemlerde, yabancı diyarlarda tüccar kolonisi olarak tanımlanan yerleşmeler kuruldu. Anadolu’da hem MÖ dördüncü binyılın sonunda Uruk’a ve MÖ ikinci binyılın ilk çeyreğinde Assur’a ait tüccar kolonilerinin varlığını, Kayseri’deki Kültepe gibi arkeolojik ve yazılı kanıtlarla biliyoruz. Mezopotamya kralları uzak diyarlardan mal akışını sağlamak için kaynak ülkelerin yerel güçleriyle pek çok savaşa girmişti.

Siyasi yapıların güçlenmesi ve rekabetin artması ile kaynak gereksinimine eklenen en önemli kalem insan oldu. Yakın Doğu’daki kadim hayat, savaş ya da barış zamanı insan gücüne, insan emeğine dayanıyordu. Tarlalarda, su kanallarında, kamusal binaların inşaatlarında, devasa sur duvarlarının örülmesinde, depolarda, işliklerde çalışanlar, asker olup savaşmaya gidenler o kentin insanlarıydı. Esirler, savaşların en kıymetli ganimeti haline geldi. Bu nedenle olsa gerek şiddetin ilk betimlerini de bu esirlere ya da cezalandırılan insanlara uygulanırken görüyoruz.

Uruk kentinde, Eanna tapınağında bulunan bir silindir mührün üstünde uzun sakalı, takkesi ve elbisesi ile tanıdığımız ilk rahip-kral figürünün karşısında elleri arkadan bağlı, çıplak esirler ya da tutuklular yine çıplak olarak resmedilmiş görevliler tarafından kırbaçlarla dövülmektedir. Dayakla havaya fırlamış ya da yere yuvarlanmış olarak tasvir edilen bu tutukluların önünde ellerini dua eder gibi öne doğru uzatmış çıplak bir insan figürü, lidere adeta merhamet için yalvarır. Tutsağı çıplak bırakmak, bir şiddet biçimi olarak, Yakın Doğu’da binlerce yıl kullanılacaktı.

Dünyanın ilk imparatorluğunu kuran; Mezopotamya’da, İran’da, Anadolu’da savaşan Akkadlar için ordu, insan gücü ve savaş esirleri siyasi düzenlerini sürdürebilmeleri için hayati önemdeydi. Akkad’ın düzenli bir ordusu olduğunu, Kral Sargon’un her gün 5400 askeri doyurduğunu yazılı kayıtlara geçirdiği övünmesi ile biliyoruz. Akkad ordusu okçular, mızrakçılar ve baltacılardan meydana gelmişti. Bu silahlar uzak, yakın ve göğüs göğüse çarpışmayı temsil ediyordu. Sargon’dan yaklaşık beş yüz sene sonra, MÖ 18’inci yüzyılın başında kuzey Mezopotamya’nın egemeni Kral Şamşi Adad Nurrugum isimli bir kenti altmış bin asker ile kuşattığını iddia edecekti.

TAŞA KAZINAN ZAFERLER VE ZULÜMLER

Kesme taş bloklar (stel) üstüne yapılan kabartma tasvirler ve kimi zaman bunlara eşlik eden yazıtlar geleneği, Sümer dönemi sonrasında Akkadlar tarafından da sürdürüldü. Kralların zaferleri, yabancı toprakları ele geçirişleri, tanrılara olan bağlılıkları gibi konuları işleyen bu steller siyasi propaganda, güç gösterisi ve tarihe kayıt düşme gibi birçok amaca hizmet ediyordu. Akkadların savaşta yendikleri düşmanlarına nasıl eziyet ettiklerini bu kabartmalarda gösterdiklerinden öğreniyoruz. Sargon’u olasılıkla tanrıça İştar karşısında gösteren bir taş kabartma parçasında, kral ele geçirdiği düşmanlarını bir ağ içinde tutar. Ayrıca, Sargon, ağ içinden sarkmış tutsaklardan birinin kafasını topuz ile ezmektedir. Diğer esirlerden ayrılarak başına vurulan bu kişinin savaşı kaybederek Sargon’a Sümer ülkesini teslim eden Uruk Kralı Lugalzagezi olduğu tahmin edilir (Foster 2016:196).

Sargon’un elinde tuttuğu bu ağ, Sümer tanrılarının mitolojik savaş ağı Şuşgal. Sümer’i ele geçiren ve sonrasında kuzeye doğru yayılan Akkadların Sümer kültürünü ve geleneklerini benimseyerek yollarına devam ettiklerinin iyi bir örneği. Çünkü bu stele çok benzeyen başka bir zafer anıtını iyi biliyoruz. MÖ 2450’lerde Sümer’in iki önemli şehir devleti Umma ve Lagaş’ın su kaynaklarının kontrolü için yıllarca süren savaşlarının galibi Lagaş kralı Eannatum’un ‘Akbabalar Steli’ türünün bulunmuş en eski örneği. Stelin bir yüzünde Eannatum savaşı kaybetmiş askerlerin cesetlerinin üstüne basarak ilerliyor. Akbabalar ölü bedenlere saldırmak üzere havada turluyorlar. Bir başka köşede çıplak cesetler toplu mezara gömülüyor ki bu da geçmişten günümüze devam eden bir başka utanç.

Taş kabartmanın arka yüzünde, muzaffer Lagaş kentinin tanrısı Ningirsu büyük bir ağın içinde çıplak savaş tutsaklarını tutuyor. 2004 Nisan’ında Bağdat Ebu Gureyb hapishanesindeki tutukluların çıplak, eziyet gören fotoğrafları ortalığa döküldüğünde eski Mezopotamya’yı bilenler Akbabalar Steli’ndeki tasvirler ile bu görüntüler arasındaki benzerliği dehşetle görmüştü.

Mezopotamya’nın en ünlü kabartması diyebileceğimiz ‘Zafer Steli’, Sargon’un torunu, kendini ilah olarak gören ilk tanrı-kral Naram-Sin’in Elam ülkesindeki (İran) askeri başarısını anlatır. Louvre Müzesi’nde sergilenen eserde, kompozisyonun merkezinde, vurulmuş düşmanlarının üzerine basarak yükselen hükümdar Naram-Sin, ölümsüzlüğünü simgeleyen boynuzlu miğfer giymekte ve yukarıda bahsettiğimiz her üç silahı da taşımaktadır: Ok, mızrak ve balta.

Bağdat’taki Irak Arkeoloji Müzesi’nde korunan, buluntu yeri bilinmeyen ama sanatsal özellikleri nedeniyle yine Naram-Sin dönemine tarihlenen bir başka taş kabartma, sanatçıların eriştiği ustalık kadar Akkadların zulmünü de tasvir eder. Tek sıra dizilmiş, boyunlarına uzun bir boyunduruk geçirilmiş, çıplak esirler bir yere doğru götürülmektedir.

Savaş ganimeti olarak götürüldüğü Susa’da (Elam/ İran) Fransız kazıları sırasında bulunan ve bu nedenle günümüzde Louvre Müzesi’nde muhafaza edilen, yazıtında ‘Kral Sargon’ yazan bir diğer taş kabartmada zafer kazanmış Sargon ve askerlerinin yanı sıra çıplak, elleri bağlı, dayak yiyen savaş esirleri betimlenmişti. Kabartmanın bir başka sahnesinde ölü bedenlerin etrafında dolanan akbabalar ve av köpekleri resmedilmişti. Köpekler… Robert Fisk’in tanıklığını hatırladınız mı?

EN ZALİM ASSUR MUYDU?

Yeni Assur İmparatorluğu, MÖ 900-612 arasında Yakın Doğu’nun neredeyse tamamına hakim olmuş; Babil, Elam, Urartu gibi güçlü komşularını yenmiş ve Mısır’a başarılı seferler düzenlemişti. Bu askeri başarının yanı sıra, başkentleri Kalhu (Nimrud), Khorsabad ve Ninova’da inşa edilen devasa saray ve tapınakları Mezopotamya sanatının en çarpıcı örnekleriyle donanmıştı. Saray duvarlarını süsleyen kabartmalı ve çivi yazılı taş bloklar sanattaki gerçekçilik ve benzersiz ustalıklarıyla bugün bile dünyanın ilgisini çekmekte; sayısız teze, makaleye, kitaba ve yanı sıra tahribat, kaçakçılık ve iade kavgalarına konu olmaktadır.

Savaş ve av tasvirleri, taş blok sıraları boyunca görsel olarak anlatılan, taş işçiliği ustalığı ve detayların zenginliği ile hayranlık toplayan bu kabartmaların favori konuları arasındaydı. İmparatorluk savaşlarının başarısını ve acımasızlığını anlatan bu görsel hikayeler, sarayların duvarları arkasında sadece kraliyet ailesi, saray görevlileri ve yabancı elçiler tarafından görülüyordu, halka açık değildi.

Kendine, ‘Dünyanın Kralı, Assur’un Kralı’ ünvanını veren Assurbanipal’in Ninova’daki Güney Batı sarayı, savaş ve av sahnelerini en canlı şekilde anlatan taş kabartmalarla doluydu. Assur’un Elamla yaptığı Til-Tuba savaşı çok detaylı görselleştirilmişti ve Assurluların dil kesmekten, kafa kesmeye tüm zalimlikleri taşa işlenmişti.

MÖ 10 ve 9’uncu yüzyıllara ait resmi Assur yazıtlarında, binlerce savaş esirinden, bunları saymayı kolaylaştırmak için başlarının, ellerinin ve alt dudaklarının kesildiği, düşmanların doğrandıkları ya da gözlerinin kör edildiği, başkalarına ibret olsun diye şehir surlarına asıldıkları ya da kazığa oturtuldukları yazar (Dalley 1995:419).

Öyle ki esir düşenlerin kendilerini öldürülmeleri için Assurlu askerlere yalvardıkları söylenir. Assur bilimci Stephanie Dalley, Assur’un zalimliğinin abartılmasını kendilerinin yazdığı siyasi propaganda metinleri kadar Aramice İncil’in Assurlular için yazdıklarının etkisine de bağlar (Dalley 1995:419).

İşgal ettiği topraklarda yaşayan binlerce insanı uzak yerlere sürgün etmesi, Assur’un, sıklıkla uyguladığı farklı bir şiddet türüydü. Bir an için Gazze’yi gözümüzün önüne getirirsek at arabalarıyla, eşeklerle, yürüyerek çoluk çocuk, yaşlı demeden zorla sürülen, yaşadıkları yeri, evlerini terk etmeye mecbur bırakılan insanlara yapılan Assur’un zulmünden farklı mı? Avlamak için kafeslerde beslenen aslanlar Assur krallarının bir başka tuhaf zevkiydi. Assubanipal’in Ninova’daki sarayı muhteşem aslan avı rölyeflerine de ev sahipliği yapıyordu. Aslan avlamak güçlü kral olma mitosunun bir parçasıydı ve hükümdarın vahşi olanı kontrol etme yeteneğini ve gücünü gösteriyordu.

Bu tasvirlerde, krallığın sembolleri olan tüm giysileri giyip, taçları, bilezikleri, küpeleri takan Assurbanipal, savaş arabasının ya da atının üstünde mızrağıyla güçlü aslanı öldürüyordu.

Günümüze dönersek 2003 Irak işgali sırasında, Saddam ailesi ile ilgili öğrendiğimiz gariplikler arasında Saddam’ın sarayının bahçesinde kafeslerde beslenen aslanlar ve oğullarının bunları avladığı bilgisi de vardı. Kendisini eski Mezopotamya, özellikle Babil hükümdarlarının devamı olarak göstermeyi seven, diktatörlüğünü meşrulaştırmak için tarihi kullanan Saddam Hüseyin’in oğullarının saray bahçesinde aslan avlaması da bu acıklı siyasi propagandanın bir parçasıydı.

ESKİ ÇAĞ’IN ŞİDDETİNDEN ESKİ ÇAĞ KALINTILARININ UĞRADIĞI ŞİDDETE

Radikal İslamcı örgüt İŞİD’in bilinçli olarak arkeolojik kalıntıları ve müzeleri hedef alması ve yok etmesi genellikle savaşın bir yan hasarı (collatarel damage) olarak görülen kültür kıyımını başka bir boyuta geçirdi ve merkeze yerleştirdi. Tarih boyunca kültürel mirasın hedef alındığı örnekler tabii ki var ama bu çapta bir terör ile ilk sert karşılaşmamız Mart 2001’de -New York ikiz kule saldırılarından beş ay önce- Taliban’ın Afganistan’ın Bamiyan bölgesindeki devasa Buda heykellerini patlayıcı düzeneklerle havaya uçurmasıyla oldu. Batı’ya bir mesaj veriyorlardı: Burada olan biteni umursamazsınız ama kültürel mirasa verilen zarara tepkisiz kalmazsınız!

Amerika’nın başını çektiği koalisyonun 2003 Irak işgali sırasında arkeolojik alanlar, müzeler, kütüphaneler, üniversiteler çok zarar gördü, yandı, yağmalandı. Kültürel altyapı çöktü, arkeolojik varlıklar talana uğradı. Ur ve Babil gibi benzersiz arkeolojik alanlar askeri üs olarak kullanıldı. Fakat, her şeye rağmen burada IŞİD benzeri toptan bir yeryüzünden silme hedefi güdülmüyordu.

IŞİD, özellikle 2014’te Musul’u ele geçirdikten sonra Musul Müzesi’nde, Hatra’da, Ninova’da, Nimrud’da patlayıcılar yerleştirerek tapınakları, camileri, tarihi yapıları yok etti. Üstelik bu vahşetin videolarını çekerek tüm dünyaya servis etti. Yakın Doğu uygarlıklarının kalıntılarını yok etme hedefi farklı bir iletişim kampanyasının odağına yerleşti. Sonra sıra Suriye’ye geldi.

Suriye’nin güneydoğusunda bir vahada kurulmuş olan Palmira, Roma döneminin en zengin ticaret kentlerinden, kervan duraklarından biriydi. Suriye’ye turistik gezi yapılabilen günlerde yerli ve yabancı ziyaretçilerin gözdesiydi. IŞİD 2015 yazında Palmira’yı yok etmeye başladı. Bel Tapınağı, Zafer Takı havaya uçuruldu. Mezarlar Vadisi, Orta Çağ Kalesi tahrip edildi. Videolar, yine çekildi ve yapılanlar dünyanın gözüne sokuldu. Bir yandan da hem Palmira’da hem de diğer antik kentlerde yapılan talanlar ve eski eser kaçakçılığı devam ediyordu. Amaç hem yok ederek propaganda yapmak hem eski eser satarak para kazanmaktı. İşte bu kıyametin ortasında Yakın Doğu arkeolojisi en büyük kaybını verdi. Uzun yıllar Palmira arkeolojik alanını yönetmiş, müze müdürlüğü yapmış 82 yaşındaki arkeolog Khaled al-Asaad bir aylık sorgudan sonra başı kesilerek öldürüldü. Cesedi, antik kentin sütunlarından birinde günlerce sallandırıldı. Anlatılanlara göre, teröristler gizli hazinelerin yerini öğrenmek istemişti. Bu soruya verilecek bir cevap yoktu. Palmira’da saklanmış gizli hazineler yoktu ama karşı tarafın bunu anlaması mümkün değildi. Yakın Doğu’nun kadim, yüksek uygarlıklarının izlerine katlanamayanlar, onları yer yüzünden silmek isteyenler, bu uygarlıkları araştıranları, koruyanları da yok etmek istiyorlardı. Assur’un vahşeti mi sürüyordu, hazine bulma hırsının aklı, mantığı yok eden deliliği mi, ya da Robert Fisk’in özetlediği gibi, ‘insan ruhunun tümden iflası’ mı?

*Dr. /Araştırmacı / İngiliz Arkeoloji Enstitüsü-Ankara