YAZARLAR

Yalanı kanıksayanların diyarı

Alenî yalan sadece söyleyen yöneticinin karakterindeki oynaklığı, güvenilmezliği ortaya koymakla kalmaz, bizim başımıza geçirdiğimiz insanlar tarafından ne gözle görüldüğümüzü de apaçık gösterir. Yüzümüze baka baka yalan söylenişini mesele etmediğimiz durumda da, bizzat bizim kendimize ne gözle baktığımızı, yani haysiyetimizin “kalitesini” açığa çıkarır.

Bazen bazı meseleleri öyle büyütüyoruz ki, tanınmaz hale geliyorlar. Teşhisi zorlaşan meselelerin tedavi görmeksizin ortalıkta dolaşması, yuva yapıp yerleşmesi, dallanıp budaklanması kolaylaşıyor haliyle. Bu bir yana, meselelere yaptığımız şekil bozucu muamele, bunların başka büyük meseleleri gizlemesine imkân açıyor. Meselelerle uğraşma kabiliyetsizliğimizden en büyük zararı yine biz, o meseleler her neyse, onlar yüzünden ezâ cefâ çeken, yetkisiz kudretsiz kimseler, aslında vatandaş sayılması gerekirken varlığına mecburen katlanılan gereksiz canlılar, sıradan insanlar görüyoruz. Mesele mesele içindeyse ve dış kabuktakinin zırıltısından içeridekinin dırıltısı işitilemiyorsa, içerideki asla halledilemiyor. Bırakın halledilmeyi, halletmek üzere ele alınamıyor bile. Yani mesele olduğu akıldan çıkıyor bir süre sonra. Halbuki birtakım aslî meselelerin mesele olduğunun akıldan çıkması, onların asla halledilemeyecek olması anlamına geliyor. Ve hele bunlar hayatımızı kudret ve servet sahibi ayrıcalıklıların çıkarına eğip büken, şekilden şekile sokan ve hangi şekle sokarsa soksun mutlaka hep biraz daha yoksullaştıran muktedirlerin işlerini yürütmesini kolaylaştıran mevzulara dairse, bizim meselelerin gizlenmesi yüzünden kaybettiklerimiz çoğalıyor. Yaşama zevkimiz, haysiyetimize bağlılığımız, iç huzurumuz, gelecek umudumuz azalıyor.

Meselelerin, öğrenilmiş beceriksizliklerimiz yüzünden ustaca gizlenebilmesine en şahane örnek, güya mesele çözmek üzere bizim irademizle yetki sahibi kılınmışların, muktedirlerin yüzümüze baka baka yalan söylemesi. Bu, öyle böyle mesele değil. Fakat hemen her zaman başka büyük-büyütülmüş meselelerin arasına, altına, daha çok da içine gizleniyor, görünmezleşiyor, ele alınamaya alınamaya doğallaşıyor, bırakın halledilmesini, yaptırım gerektirdiği akla hayale dahi gelmiyor, gereğinin ne olduğuna dair kimsenin zihninde karşılık oluşmuyor. Hakkında konuşulması, deşilmesi bile, burada gördüğünüz -ve belki de hâlâ okuyorsanız ufaktan yakınmaya bile başladığınız- üzre fazla soyut kalıyor.

Muktedirlerin, yöneticilerin yüzümüze baka baka, açıkça, alenen, hattâ isterseniz bu kadar kibar kalmayalım, yüzsüzce yalan söylemeleri, hiç de öyle “Canım, Müslüman adam yalan söyler mi!” tatavalarıyla geçiştirilemeyecek, basbayağı ciddî, büyük ve üstelik derin mevzu. Zira alenî yalan sadece söyleyen yöneticinin karakterindeki oynaklığı, güvenilmezliği ortaya koymakla kalmaz, bizim başımıza geçirdiğimiz insanlar tarafından ne gözle görüldüğümüzü de apaçık gösterir. Yalanlara mâruz kalırken, duygu ve düşünce yetilerimizi yalan söylenen konuyla sınırladığımız ve yüzümüze baka baka yalan söylenişini mesele etmediğimiz durumda da, bizzat bizim kendimize ne gözle baktığımızı, yani haysiyetimizin “kalitesini” açığa çıkarır.

Şu basit gerçeğin hiç de doğal saymak zorunda olmadığımız, doğal saydıkça alçaldığımız, öz-saygımızı, -varsa- değerlerimizi, haysiyetimizi yitirdiğimiz bir musibet vaziyet olduğunu anlatmaya çabalıyorum, değerli okurlar: Yüzümüze baka baka yalan söylenmesi, hangi konuyla ilgili olarak bu tavra mâruz kalırsak kalalım, o konudan bağımsız, başlıbaşına, özel, kendi “faaliyeti” olan bir mekanizma, eşlik ettiği, üstünü örttüğü, içine saklandığı meseleden ayrı bir meseledir. Ve adı, “yüzümüze baka baka yalan söylenmesi”dir.

Bunu kendi başına mesele saymamak, sorun etmemek, tepki göstermemekse düpedüz haysiyetsizliktir. Yöneticilerin yalanına tepkisiz kaldıkça haysiyetsizleşiriz. 2 x 2 = 4. Beğendiğimiz, sevdiğimiz, desteklediğimiz birilerinin alenî yalanlarına ses çıkarmıyorsak da kelimenin dolu dolu anlamıyla ahlâksızızdır. Bu da 2 x 2 = 4.

Halka, seçmene, -hani, öyle değiliz ama bir an öyle hayal edelim- vatandaşa yalan söylenmesinin sonucu olmalı. Yaptırımı olmalı. Gereği neyse o olmalı. Bunu bulup çıkaracak, geliştirecek, uygulayacak herhangi bir kurum, kuruluş vesaire yok. Bir toplumun haysiyeti, kalitesi, kalibresi şusu busu da, işte, buna ilişkin ihtiyacı hissedip hissetmemesine, o “gereği” vücuda getirecek yollar bulup bulmayışına -en azından arayıp aramayışına- bağlı olarak şekilleniyor, belirleniyor. Bu meselenin de adı var. Dümdüz. Şöyle: “Topluma alenen yalan söylenmesinin hiçbir sonucunun olmayışı”.

Siyasî-toplumsal pek az mesele partiler-üstüdür. Yalan söyleme-söylememe, bu nadir konulardan. Farklı çıkarları, görüşleri, siyasî tasavvurları benimseyen, savunan insanların hepsi yalan konusunda pekâlâ benzer sözler edeceklerdir. Ha, her türlü ekonomik soruna şirketlerin, zenginlerin vergilerini artırmadan, etrafındaki çıkar halkasını zayıflatmadan, halka yüklenerek çözüm arayanın yalan söylemesini zarurî kılacak durumlar elbette çok olacaktır. Hayatımız bunun açık ve sinir bozucu örneği. “Ülke meseleleri”nin çözümünü ülke halkının şu veya bu kısmını ortadan kaldırmada aramayı kafaya koymuş cellat özentisi siyasetçilerin attıkları her adımda bin çeşit yalan söylemesi zaten eşyanın tabiatı gereği. Hayatımız bunun da tam teşkilatlı örneği.

Peki, sırf yalan söylediği için kendisinden vazgeçilmiş siyasî lider, hareket, parti vs. var mı? Hakikat, doğruluk, dürüstlük gibi lakırdıları dilinden düşürmeyenleri dahil? Çok şüpheliyim. Çoook şüpheli. Yalan konusunun partiler-üstü niteliğine dair bir gösterge daha -bu defa ters yönden.

Son olarak bu mevzumuzu sarıp sarmalayan ve vahimleştiren unsuru vurgulamak isterim: Bahsettiğimiz, kaybolup giden insan hayatlarının, filizlenemeden çürüyen gelecek umutlarının, çekilen büyük ve derin acıların, birileri aç kalırken birilerinin cebine, villasına, lüks jipine, kıçtan ısıtmalı makam arabasına giden muazzam paraların sözkonusu olduğu kudret ve sömürü mekanizmalarının çarklarını döndürenlerin yalanlarıdır. İşledikleri bilumum suçlardan ayrı olarak, yüzümüze baka baka yalan söylediklerinde muktedirlerin içten içe ürkmeyişleri ne yazık ki sadece ve sadece korkularımızın ürünü değil. Haysiyet kavramına uzaklığımızın, haysiyet dahil her şeyi lafta bırakışımızın ve bundan tatmin olmuş gibi yapabilmemizin, bunun yanısıra, medeniyetsizliğimizin sonucu. Apaçık yalanı yüzünden kendisinden yüz çevrilmeyeceğini pişkin pişkin varsayabilen bir güç-kudret sahibi neye güveniyor olabilir ki?

Bizi yönetenlerden biri çıkıp alenen yalan söylediğinde sırf bu nedenle tepki gösterebilmeliydik. Ha, gösteremiyor muyuz? O zaman öyle utanmalıydık ki, iç sarsıntımızdan yer gök titremeliydi.

Ner’deee?…