Yalanlar, yalanlar ve siyasi yalanlar
Haftada birkaç kez yüreğimizin yağları erisin, hakkımızın oralarda savunulduğunu görelim de rahatlayalım diye servis edilen o videoların ne işe yaradığını bir kez daha düşünelim. Ya o videolar bazı sıradan gerçekleri görünmez kılmak, örtbas etmek içinse? Siyasette en bariz yalan, akla en yatkın cevapta gizlenirmiş. Gerçekse, paranın akış yönüne bakıldığında görünürleşiyor. Aslında tam orada, şehrin ve hayatlarımızın orta yerinden akıp gidiyor yalan nehri.
Platon, yöneticilere, halkın yararı için yalan söylemeyi öğütlermiş. Herhalde siyasetçilerin en çok riayet edecekleri nasihati olduğunu tahmin etmemiştir. O günün yalanları bugün artık şirketleşmiş, sektörleşmiş yalanların karşısında masum kalıyordu şüphesiz. Öyle ki “Hakikatin önemsizleşmesi (post-truth), toplum görüşlerinin oluşmasında duyguların ve kişisel inançların, hakikatin önüne geçmesidir” deniyor (1). Biz belki Trump’ı çok büyük bir yalancı olarak görürüz ama aslında bu da doğru değildir. Eric Alterman “Devlette Yalan” diye çevirebileceğimiz kitabının daha başlığında (Lying in State: Why Presidents Lie-And Why Trump Is Worse) neden devlet başkanlarının yalan söylediğini, neden Trump’ın en kötü yalancı olduğunu soruyor.
Bu yazının amacı Platon’dan günümüze siyaset felsefesinde yalana biçilen rolü ya da siyasi yalanların tarihini tartışmak değil. Siyasi yalanlar da sınıflı toplumlarda evrim geçirdi ve yepyeni formlar aldı. Manipülasyon, asıl sorunu örten beyaz yalanlar, kutuplaştırma siyaseti vesairenin yön verdiği bu yeni aşamada yalan, başlı başına bir siyasi vaade dönüştü.
Neden bunları tartışıyoruz peki? Garê vakasında iktidarın sakladığı gerçekler sorgulandığında, propaganda amaçlı yönlendirmenin ötesine geçerek gerçekler ortaya çıkarıldığında ülke siyasetinin nasıl yön değiştirdiğini gördük. Takip eden artçı skandallar yalanın, bilgi saklamanın, manipülasyonun türlü çeşit örneğini koydu ortaya. İktidar cephesindeki sarsıntıdan muhalefet de nasibini aldı, ama bu defa iyi atlattı.
Son haftalarda siyasî muhalefet, iktidarın işleri için toplumun rızasını almak, her kesimi “bundan daha iyisi için henüz erken olduğuna” ikna edip heves kırmak üzere üstlendiği “süpervizörlük” rolünde (2) bir türlü çizgi tutturamıyor. Kâh duvara çarpıyor kâh beklentilerimizi aşan bir mevziye ulaşıyor. Ana muhalefet partisi genel başkanının Boğaziçi öğrencilerinin ailelerine Erdoğan edasıyla tavsiyede bulunması, Engin Altay’ın Doğu Akdeniz meselesinde Erdoğan’a hem akıl hocalığına soyunması hem arka çıkması ve nihayet Yavuz Ağıralioğlu’nun parti kapatmada ortalama bir MHP’liden daha MHP’li bir tavır izlemesi göz dolduran süpervizörlük performanslarıydı. Ya bütün bunlar arka plandaki bir dizi başka performansı görünmez kılıyorsa?
KUTUPLAŞMA SİYASETİ NEYİ ÖRTÜYOR?
Engin Altay ya da Yavuz Ağıralioğlu’nun bu çıkışları aslında neyi örtüyor? Ya da isimleri boşverelim; Meclis’teki sert çıkışlar neyi örtüyor, neyi görünmezleştiriyor? Sahnenin hemen arkasına, yani imar-rant ilişkilerini, sermaye transferi biçimlerini düzenleyen yasama süreçlerine biraz dikkatlice bakarsak görünmeyenin, üstü örtülenin ne olduğunu bulabilir miyiz acaba?
Meclis’teki performanslarıyla hepimizin geleceğini belirliyor partiler. Gelecek yıl ödeyeceğimiz vergi, sonraki yıl kaybedeceğimiz bir hakkımız orada görüşülüyor. Kürsülerde en ateşli hitaplarla göz dolduran muhalefet, konu halkın geleceğini çalacak yasalara gelince devamsızlıktan dökülüyor. Toplum, muhalefet vekillerinin farkına vardıkça, Meclis’i izleyenlerin sayısında gözle görülür bir artış olduğunu biliyoruz. Diğer yandan bu izlemeler bazı mazeret beyanlarını da peşinden getiriyor. Meclis'in devamsızlık karnesine getirilen açıklamalar, derleyebildiğim kadarıyla, şunlar:
- “Sayımız az.”
- “Bir kişi ne yapabilir ki?”
- “Bir parti ne yapabilir ki?”
- “AKP-MHP istediğini geçiriyor!”
- “Onlar sadece el kaldırıyor!”
- “Taktik olarak az katılıyoruz!”
- “Meclis bitti!”
- “Vekillerin yerelde de işleri var!”
Bunların hepsi müşterek bir yalanın çeşitli formları, o kadar. Temsil ettikleri iradeyi bu kadar yok sayan, azımsayan vekillerin aslında Meclis’te de durmamaları lazım. Hem niye istediler ki seçilip oraya gitmeyi? Vekil olarak üstlendikleri sorumluluğun mantıksal bir sonucu olarak temsil ettikleri iradeyi Meclis’e taşımak için mücadele etmeyeceklerse, ne için edecekler? Demokrasi mücadelesi başka ne demek ki?
Ama mesele bu da değil, çünkü bunlar da gerçekte olup bitenin üstünü örtmeye yarayan yalanlar. Çağrıldığı her televizyon kanalına koşarak giden Yavuz Ağıralioğlu, -geçen yasama yılında sadece uluslararası anlaşmaların görüşüldüğü günleri çıkarttığımızda geriye kalan- 24 kanun teklifinin kullanıldığı oylamalardan yalnız birine katılmış. Henüz devam eden son yasama yılında genel kurula gelen dokuz teklifin hiçbirine oy vermemiş. Eğer fezleke oylamasına katılırsa bu yıl vereceği ilk oy, Cumhur İttifakı’nın arzu ettiği yönde olacak ve kendisi gibi seçilip vekil olmuş sıra arkadaşlarının dokunulmazlıklarının kaldırılmasına “katkı”da bulunacak. Ağıralıoğlu’nun neyi sakladığı, üstlendiği rolle neyi örtbas ettiği belli değil mi?
Bu haftaya gelelim. Zaten devamsızlıktan dökülen ve buna bir dizi kılıf bulan muhalefet, 10 Şubat’ta Meclis’e gelen 12 uluslararası anlaşmayı onaylayarak Anayasa’nın 90’ıncı maddesi uyarınca mevzuatımıza girmesini sağladı. Bu 12 anlaşmaya HDP dışında RED oyu veren kimse çıkmadı. Doğru okudunuz. Kabul oyu verenler arasında AKP ve MHP dışında CHP ve İYİP de vardı. Bunu da doğru okudunuz!
DIŞARIDA KAVGA, İÇERİDE OYBİRLİĞİ
Vitrinde sert söylemlerle olağan bir süpervizörlük performansı gösteren bir muhalefet var. Arkada ise hemen her konuda iktidarla fikir birliği, oybirliği ve işbirliği halinde bir takım ekipler... Tabii AKP belki de çok iyi uluslararası anlaşmalar yapmıştır. Kim bilir? Vekillerin neye KABUL oyu verdiklerini ya da orada olmadıkları gün Meclis’ten geçen anlaşmaların, düzenlemelerin içeriğini bildiklerinden de emin olamıyoruz ki... Yani vekillerin, temsil ettikleri seçmenlerin ekseriyetinden bir farkı kalmıyor. Seçilmiş olmak, temsil yetkisi ve sorumluluğu üstlenmek, vekilleri memlekette olup bitenler hakkında bilgi edinmeye, inisiyatif almaya, üzerinde taşıdığı mesuliyetin hakkını vermek için çaba örgütlemeye ve bunun için yaratıcı yollar icat etmeye sevk edemiyor.
Başka bir örneğe daha bakalım. Geçen hafta perşembe günü Meclis’te 10 uluslararası anlaşma sıfır RED oyu ile geçti. Bir tek Burundi ile askeri anlaşmaya RED oyu geldi. Gerisi, anlaşmaları hepimiz adına imzalayan AKP açısından sorunsuz ve sıkıntısız idi. Biz o esnada Yavuz Ağıralioğlu’nu tartışırken dört partinin oybirliği ile anlaşmalar Meclis'ten geçti..
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (TBMM) çoğunluğu AKP-MHP koalisyonu elinde bulunduruyor. Görünen o ki bu durum, muhalefeti sıkıntıya sokmaktan çok rahatlatıyor. Çünkü, muhalefet vekillerinin yasama ile ilgilenmemek, yasama faaliyetlerine katılmamak, devamsızlık konforunu sürdürmek için ihtiyaç duydukları mazeretin başlıca dayanağı, Meclis’te azınlıkta olmanın getirdiği acziyet hali.
Ama bu yalnız Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde olmuyor ki. Mesela her hafta bir Ankara Büyükşehir Belediye (ABB) Meclisi kavgası görüntüsü servis ediliyor, değil mi? Peki TBMM’dekine benzer bir manzaranın, o ateşli kavgaların yaşandığı mecliste de süreğen hale geldiğini söylesem ne dersiniz? Şubat 2021’de ABB Meclisi’nin AKP, MHP, CHP ve İYİP’li üyelerinin 212 kararı oyladığını/onayladığını, bu kararlardan 198’inin oybirliği ile çıktığını söylesem ne düşünürsünüz? Peki bu 212 karardan 88’inin içinde imar sözcüğünün geçtiğini de eklesem? Ankara Büyükşehir Belediyesi’nde durum yalnızca birazcık farklı. Başkanlık CHP’de, belediye meclisinin çoğunluğu ise AKP ve MHP’de. Fakat her nasılsa, orada da imar işlerine dair kararlar oybirliği ile geçiyor.
O zaman bir de AKP’nin ne belediye başkanlığına, ne de meclis çoğunluğuna sahip olduğu bir örnek verelim. Mesela Çankaya Belediyesi. Şubat boyunca onaylanan 55 kararın çoğu yine imarla ilgili. Bunlardan yalnız üçü oy çokluğuyla onaylanmış, gerisinde, yani tam 52 adet kararda ise meclis mükemmelen oybirliği içinde imiş. Çankaya’da meclis çoğunluğuna sahip CHP ile AKP ve İYİP imar kararlarında hemfikirmiş. Peki şöyle bir zamanda salgına dair kaç halk sağlığı kararı, kaç sığınma evi kararı, kaç yayalaştırma kararı çıkmıştır acaba? Yani müteahhitleri değil halkı ilgilendiren kaç karar geçmiştir bu olağanüstü uyumlu belediye meclisinden? Hiç yorulmayın. Sıfır, sadece sıfır!
YALAN İKTİDARLARA, DOĞRULAR HALKA VE DOĞAYA YARAR!
Siyaset de biraz kumarhaneye benziyor, kazanan hep kasa. Yani en büyük patron. Kaybeden de kumarı alışkanlık haline getiren oyuncuların temsil ettikleri seçmenler, yani halk. Aslında biziz kaybeden.
Biz yalnız gerçekler bizden saklanmadığında, örtbas edilen meseleler gün yüzüne çıktığında kazanıyoruz. Aynıyla vâki! Örneğin Dijital Vergi Kanunu deneyimi Türkiye’de herkesin “imkânsız” dediği şeyin kazanıldığı bir emsal teşkil eder. Filtresiz termik santrallere göz yuman düzenleme 2018 sonunda Meclis'e gelmiş, kâh geri çekilmiş, sonra gündeme geri sokulmuştu. Sonunda AKP düzenlemeyi Dijital Vergi Kanunu içine adeta gizleyerek geçirmek istedi. O gün sivil kuruluşlar Meclis’te fotoğraf çektirirken oyuna dahil olmuş ve sadece 36 RED oyu ile kanun geçmişti. Ama gece yarısı herkes partisinin rolünü görüp verdiği oyların hesabını sormaya başlayınca ülkedeki iklim mücadelesinin en büyük, demokrasi mücadelesinin de en hatırı sayılır zaferlerinden biri kazanılmış, Erdoğan Meclis’ten geçen kanunu veto etmek zorunda kalmıştı...
Çuvaldızı kendimize batıralım mı şimdi? Peki biz gerçekleri ortaya döken bir avuç vekile ne kadar sahip çıkıyoruz? Çıplak arama meselesinde gerçekleri meclise sunan Ömer Faruk Gergerlioğlu iktidarın gözünü bu kadar korkutmuşken neden daha çok gerçekleri örgütleyen vekil için çalışmıyoruz?
TDK sözlük, Arapça kökenli siyaset kelimesinin karşılığı olarak politika kelimesini kullanıyor. İtalyanca kökenli politika kelimesi için yapılan tanımlardan biri de şöyle: “Bir hedefe varmak için karşısındakilerin duygularını okşama, zayıf noktalarından veya aralarındaki uyuşmazlıklardan yararlanma vb. yollarla işini yürütme.”
Bu tanımı akılda tutarak hem TBMM’deki hem de belediye meclislerindeki sert tartışmalara baktığımızda ne görüyoruz? Haftada birkaç kez yüreğimizin yağları erisin, hakkımızın oralarda savunulduğunu görelim de rahatlayalım diye servis edilen o videoların ne işe yaradığını bir kez daha düşünelim. Ya o videolar bazı sıradan gerçekleri görünmez kılmak, örtbas etmek içinse? Siyasette en bariz yalan, akla en yatkın cevapta gizlenirmiş. Gerçekse, paranın akış yönüne bakıldığında görünürleşiyor. Aslında tam orada, şehrin ve hayatlarımızın orta yerinden akıp gidiyor yalan nehri. Nehrin akış yönünü belirleyen siyasi karar ve ona izin veren yasalara, düzenlemelere baktığımızda görüyoruz iktidarın ya da muhalefetin gerçekte kim olduğunu ya da ne yaptığını. Yalanlar duygularımızı okşuyor. Gerçekler midemizi bulandırıyor. O yüzden kötü haber almak istemiyoruz ve iyi söylenmiş her yalana bağlanıyoruz.
Son bir haftada Meclis’te uluslararası anlaşmalar muhalefetin de KABUL oyu ile geçti. Belediyelerde OYBİRLİĞİ ile imar kararları onaylandı. Peki bizim hayatımızda ne değişti? İktidar ve muhalefet temsilcileri arasındaki ağız dalaşı performanslarını izlerken cari kutuplardan birindeki yerimizi bir güzel sağlamlaştırdık. Devamsızlıklara, oybirliklerine, eşgüdümlere baksaydık ne iktidar ne muhalefet partileri nezdinde bir yerimiz olduğunu anlardık. Onlara verdiğimiz oyların da bir hükmü yok. Biz onların nerede, tam olarak ne yaptıklarına bakmadıkça, bakıp gördüğümüz hadisedeki paylarını sorgulamadıkça da yersiz ve hükümsüz olmayı sürdüreceğiz.
Ya peki yalanları, siyasi yalanlara yüz vermezsek ne olacak? Bunun cevabı egemenler için korku, bizim için şenlikli bir gelecek demek.
1- Alpay Yalın, Yalanın Siyaseti, 2017, Destek Yayınları
2- Ayşe Çavdar’ın açtığı tartışma için bakınız: Mental hegemonya ve süpervizör muhalefet