Yalnızlığın sınırları: Bukowski'nin battaniyesi

Yalnızlığı anlamaya çalışırken, yalnızlığın nasıl ve ne kadar bir yalnızlık olduğunu anlayabilmeye çalışalım. Çünkü bazen de yalnızlık, gerçeği içinden koparıp içimize sanrıyı yerleştirebiliyor.

Google Haberlere Abone ol

“Çanağının içinde dönüp duran tek balığım …”
Bukowski, Battaniye

"İnsanlarla beraberken kendimi rahatsız hissediyorum. Benden uzak şeylerden söz edip benim duymadığım heyecanlar duyuyorlar. Ama kendimi en çok onlarla beraberken güçlü hissediyorum. Şöyle düşünüyorum: Onlar bütünün bu küçük parçaları ile varlıklarını sürdürebiliyorlarsa ben de sürdürürüm. Ama yalnızken ve kendimi bir tek duvarla, nefes almakla, tarihle, kendi sonumla kıyaslayabildiğimde bazı tuhaf şeyler olmaya başlıyor. Anlaşılan ben zayıf bir adamım; İncil’i denedim, filozofları, şairleri ama bir şekilde hepsi hedefi şaşırmışlardı. Tamamen başka bir şeyden söz ediyorlardı. Ben de okumayı kestim uzun süre önce. İçki, kumar ve seks biraz işe yarıyordu ve bu yaşantımda cemiyetin, şehrin, ülkenin herhangi bir ferdi gibiydim; ancak tek fark, benim “başarmak” isteği duymamamdı. Bir aile istemiyordum, ev istemiyordum, saygın bir iş istemiyordum. Böyleydim işte: Entelektüel değilim, sanatçı değilim, alelade bir insanı kurtaran köklerden de yoksunum. Arada derede kalmış bir şey gibiyim ve sanırım bu da deliliğin başlangıcıdır."(Charles Bukowski, Büyük Zen Düğünü)

YALNIZLIĞIN DOZU

İnsanın, içine geçirilmeye çalışanlara karşı koyduğu zorlu sarp kayalar, kimseler uğramasın diye saklandığı bildik battaniyesi ve artık derecesi hiçbir şeye yaramayan gözlüğü ve buna benzer uzayıp giden birçok şeyi… Farkında olarak ya da olmayarak, bilinçte ya da çok ötesinde kendi yalınına sahip çıkma halini anımsatıyor bana. Eskiden olsa bunu daha "korkunç" bir şey olarak yorumlayabilirdim. Ama zamanla işte başka bir şeye eviriliyor düşünceler, meseleler. Ve "yalnızlık" meselesi de yaşamımızda bu evirilen meselelerin önde gelenlerinden biri bence. Ki zamanın içinde her birimizde birçok kez uyanıyor "yalnızlık". Bu uyanan yalnızlık hallerimizi de çoğumuz olumlu bir taraftan duyurmuyoruz kendimize, ona, buna… Halbuki bazen "sınırları olan yalnızlığa" oldukça ihtiyacımız oluyor. Ve ancak bu yalnızlık, yalnızlığın kaygı uyandıran tarafını yan yola alıp kendini bize keşfettirebiliyor. Ve bu keşif içinde de "yalnızlığı" oldukça övebiliyor, yalnızlığın yaratıcılığa, ruhsal kapasiteye olan katkısını hissedebiliyoruz. Ama işte yalnızlığın dozu kaçtığında da Bukowski’nin 'Battaniye' öyküsünde okuduğumuz durumla karşılaşmamız da an meselesi oluyor.

Büyük Zen Düğünü, Charles Bukowski, Çevirmen: Avi Pardo, 168 syf., Metis Yayınları, 1993.
 

Sınırları içinde gerçekliği çarpıtmayan bir yalnızlığın katkısının bir diğer ucu, insanı gerçeklik dışı bir noktaya getiren sınırsız bir yalnızlık. Size yukarıda belirttiğim alıntı, tam da bu iki yalnızlığın farkını ve de yalnızlığın sınırını anlayabilmemiz için iyi bir örnek bence. Bu bahsettiğim öykü, Charles Bukowski’nin 'Büyük Zen Düğünü' kitabında yer alıyor. Öykünün tamamını okursanız daha da anlaşılır olacaktır ama yukarıdaki alıntı üzerinden biraz bahsedersem öykünün ana karakteri, insansız hava sahasında battaniyesiyle kavga eden bir adam. Ve bu adam, sıradan bir gününü bize anlatırken battaniyesini, yalnızlığının içinde "halüsinatif" bir şekilde canlandırıp ona saldırdığını iddia ediyor. Ve öykünün içinde onu, "sanırım deliriyorum" dediği zamanda buna bir şahit ararken, daha doğrusu kendine bir sınır ararken buluyoruz. İşte bu sınırda, yalnızlığının onda yarattığı korku, kaygı ve gerçeklik kaybı yer alıyor. İnsan kendi çanağında ötekilerden bir haber tek başına dönerken birçok şeyi ama en çok da gerçekliği kaybedebiliyor. Öyle ki günümüzde de sık duyduğumuz "yalnız bir hayatın muhteşem gücünün güzellemesinin" bir ruhsal kaçış olarak ötekinden hiçbir şey duymadan yaratılan kendini iyi hissetme kalesi olarak var olduğunu düşünüyorum. Ötekisiz yaşamlar, öteki olsa bile ötekine yüklenen "maddesel anlamlar"… Kimsenin nesnesi olmadan ve ötekinin yorumlarını duymadan ve de almadan kapalı bir halde battaniyenin altında sıkışmalar. Sonrası elbette bildiğimiz hikaye "kendi gerçekliğinin zindanlarında" ölen birçok insan…

'BİR HAYALİ BİR TEK SEN GÖRÜYORSAN ADAMA YA AZİZ DERLER YA DA DELİ'

Demem o ki yalnızlığı anlamaya çalışırken, yalnızlığın içinde boğulup kalmak yerine yalnızlığın nasıl ve ne kadar bir yalnızlık olduğunu anlayabilmeye çalışalım. Çünkü bazen de öldürmese de yalnızlık, bizi gerçeğin içinden koparıp içimize sanrıyı yerleştirebiliyor. Aynı bu öykünün karakterinin yaptığı gibi yalnızlığının içinde sanrılarıyla battaniyesini canlandırabiliyor. Elbette hepimiz biliyoruz ki bir battaniye canlanmaz. Ama işte içeride devamlı öteki-siz kalanlar zihinsel ve fiziksel boyutta farklı gerçeklikler yaratabiliyor. Bu yazdıklarımdan şu da anlaşılsın istemiyorum: Hiç yalnız kalamayan, hep etrafında bir ses arayan, kaygılarının kucağında uyuyan insanlardan olalım. Daha resmedileceği şekliyle hiçbir şekilde yalnız kalamayanlar, evde tek başına duramayanlar, dursalar bile televizyonu ya da radyoyu açanlar, sessizliğe tahammülü olmayanlar, telefonda konuşmadan duramayanlar… Tabii ki de bu da değil, hatta işte bahsettiğimiz yalnızlığın öbür ucu olan bu hiç yalnız kalamamak hali. Sürekli ötekileri kendine, kendini ötekilere bulamak, kendinin hiç farkına varmamak… Zaten bu bulamayı da kendinden kaçmak için yapmak… Eksikliğe, ayrılığa, tek başına kalmaya katlanamayanların çığ gibi üzerimize devrilen duygulanımları… Düşünüldüğünde çok yorucu bu tarafı da ve oldukça gerçek dışı beklentilerle dolu durumları içeriyor, farkındayım. O nedenle bu iki ucun ortalarına doğru yüzen bir kendilikte olmayı, yavaş yavaş yalnızlığı anlamayı ama tek başına da kalmamayı arzuluyorum. İçsel yalnızlığın farkında ama güven temelli ilişkilerin içinde hem birlikteliğe hem de zamanı gelince ayrılabilmeye pencere açabilmek dileğim. Ki ayrıca yalnızlığı ancak ötekiyle olan ilişkimizin içinde keşfedebilip, anlayabiliyoruz. Ve bu kısım çok önemli.

Donald Winnicot’un da belirttiği gibi yalnızlığı başkasının varlığında ve varlığı aracılığıyla öğrenildiği gerçeği, kendimizin de gerçek olduğunu ancak başkasıyla olan ilişkimizde görebilmemiz. Bu görüşlere paralel yine Bukowski’nin bu öyküsünde şu cümleleri bulmuştum: "Gerçeğin gerçek olabilmesi için en az iki oy gerekiyordu. Yaşadıkları zamanın ilerisinde olan sanatçılar bunu bilirler, deliler ve halüsinasyon görenler de öyle. Bir hayali bir tek sen görüyorsan adama ya aziz derler ya da deli."

Öyleyse öteki-siz yalnızlık, yanılsamaya da oldukça gebe bir durum. Ve ortadan kaybolmalarımızın içi de birilerinin bizi bulma, görme arzusuyla dolu diyebilirim. Yalnızlığın üzerine "tek başına kalmadan" düşünmeye devam.