Yalnızlık Bakanlığı
Totaliter toplumlar ve devletler, bireyleri kitlesel yalnızlığa mahkum ediyor. Yalnızlığa sürüklenenler, bu çaresizliğin, zayıflığın, korkunun ilacı olarak “otorite”ye, güce sığınıyor, dahası tapınıyorlar. Ya da, öteki yalnızları, öteki çaresizleri seyredip avunuyorlar… Ya da buna karşı savaşanları çekip öldürüyorlar.
Ocak 2018’de İngiltere’de kuruldu dünyadaki ilk Yalnızlık Bakanlığı.
2015’de İşçi Partisi’den milletvekili seçilen Jo Cox, yalnızlığı “ölümcül bir toplumsal hastalık” olarak niteliyor, bununla mücadeleyi “siyasal bir sorumluluk ve zorunluluk” olarak görüyordu.
Göçmenlere sınırları kapatmanın, AB’den çıkmanın sorunu çözmeyeceğini savunuyordu Cox. 2016’da Brexit referandumu öncesi kampanya sırasında, elli yaşlarında beyaz beyzbol şapkalı bir adam, “Önce İngiltere” diye haykırarak kadın milletvekiline tüfekle ateş etti. Ardından bir el daha. Yere düşürdüğü hedefinin üstüne çullandı. Bu kez yüzüne doğrulttu namluyu, çeki tetiği. Kanlar içindeki kadını elinden almaya çalışanları püskürttüğü avcı bıçağını defalarca sapladı düşmanının karnına.
Katil, Cox’ın “ölümcül bir toplumsal hastalık” olarak nitelediği yalnızlıktan mustaripti.
Kırk yıldır aynı evde yaşıyordu. Evi paylaştığı büyükannesi öldüğünden beri, yirmi yıldır tek başınaydı. Sadece beyazlardan oluşan ulusların kurulmasını savunan neo-Nazi Ulusal İttifak’ta bulmuştu yalnızlığının ilacını… Birçok benzeri gibi.
***
Cinayetten bir hafta sonra gerçekleşen referandumda katille aynı sloganı, iddiaları ve korkuları paylaşanların görüşü kabul gördü, Avrupa Birliği’nden çıkmayı savunan Muhafazakar’lar kazandı. Cox’un gündeme taşıdığı Yalnızlık Bakanlığı’na da Muhafazakar Parti’den bir kadın milletvekili getirildi.
2017’de yapılan bir inceleme, Birleşik Krallık’ta dokuz milyon kişinin toplumdan “izole” yaşadığını ortaya koyuyordu. Yalnızlığın bünyede yarattığı yıkım ruhsal ötesiydi: Uzmanlar, “günde on beş sigara içmeye bedel” diyordu. Bu ve başka çevresel, toplumsal etkenlerle ölüme sürüklenenler de az değildi. Ülkede yine 2017’de çoğunluğu 45-49 yaşlarında olan 5 bin 821 kişi intihar etmişti. Ocak 2018’de Yalnızlıktan Sorumlu Bakanlık kurulmasının ardından Ekim ayında İntiharları Önleme Bakanlığı için karar alınıyordu.
Bir yandan Demir Leydi Margaret Thatcher’ın 1987’deki “Toplum diye bir şey yoktur” salvosuna eşlik eden imha politikaları devam ediyor otuz yıldır. Enkaz kaldırma kabilinden bakanlıklar kuruluyor mecburen. Yalnızlık Bakanlığı, İntihar Bakanlığı… Belki yenileri gelecek yakında. Can Sıkıntısı Bakanlığı, mesela.
Çare olur mu?
Pek mümkün değil. Hannah Arendt’in de işaret ettiği üzere totaliter toplumlar ve devletler, bireyleri kitlesel yalnızlığa mahkum ediyor. Yalnızlığa sürüklenenler, bu çaresizliğin, zayıflığın, korkunun ilacı olarak “otorite”ye, güce sığınıyor, dahası tapınıyorlar. Ya da, öteki yalnızları, öteki çaresizleri seyredip avunuyorlar… Ya da buna karşı savaşanları çekip öldürüyorlar.
FANTAZYA YA DA LİBERAL DEĞERLER BORSASI
Yalnızlık ilaçlarının başında fantazyalar gelir.
Zahmete gerek yok, ruh mühendisliği uzmanlarınca enine boyuna ölçülüp biçilerek bizim için hazırlanır fantazyalar. Özenle seçilmiş maharetli, alımlı, rolüne tıpa tıp uyan oyuncular tarafından ustalıkla canlandırılır. Önce küçük küçük sırlar fısıldanır kulağımıza. Davet ve seyir başladığında, kaybolur gider yalnızlık. Bir süreliğine…
Batı Uygarlığında Beden ve Şehir ilişkisini konu ettiği Ten ve Taş kitabının girişinde Richard Sennett, böyle bir “seyir hatırası”nı anlatır: Vietnam Savaşı’nda elini kaybeden bir arkadaşıyla sinemaya gitmiştir yazar. Bedenlerin parçalanıp, dağıldığı hayli kanlı savaş filmini kayıtsız biçimde, birkaç teknik değerlendirmeyle izler arkadaşı. Çıkışta başkalarını beklerken arkadaşı yaktığı sigarayı "metal pençesiyle, neredeyse gurur duyarak düzenli aralıklarla dudağına götürür.” İki saat boyunca “kan banyosu”nu hazla, heyecanla alkışlayarak izleyenler, metal protezi görünce hızla uzaklaşır…
Bu gözlemden hareketle, psikolog Hugo Munsterberg’in 1911’de ilk sessiz filmi izledikten sonraki “seyir pasifleştirir” tezini anıyor Sennett. Seyirci, “gerçek dünyadan tümüyle tecrit olabilir”. Beyaz perde ya da ekran üzerinden “vekaleten yaşanan şiddet deneyimi, izleyeni gerçek acı karşısında duyarsızlaştırır.”
Başkasının ölümü, yalnızlığı, acısı, alır götürür sizi, bir süreliğine. Duyarsızlaşırsınız. Yalnızlık baki kalır. Gösteri devam eder. Yüzyıllardır olduğu gibi.
Dramın “drama”ya; gösteriye ve tüketim nesnesine, filmlerle, TV dizileriyle (ekran gösterileri, yarışlarıyla) yalnızlık ilacına çevrilmesi, 20. yüzyıl ürünü. Ama dramın kendisi, “gösteri” ve yarattığı sersemlik, yalnızlık hayli eski. Erken teşhislerden birini burada son yazıda anmıştım:
1850’lerde taşradan yüzyılın –ve modernliğin- başkenti Paris’e savrulan genç, sevgilisi Julie’ye şunları yazar:
"İnsanı içine çeken bu heyecanlı, çalkantılı hayat karşısında sarhoş olduğumu hissediyorum. Gözlerimin önünden geçip duran böylesine çok sayıda nesne başımı döndürüyor. Beni etkileyen tüm bu şeyler arasında yüreğimi saran bir tek şey bile yok. Yine de hepsi birden hislerimi sarsıyor; öyle ki ne olduğumu, neye ait olduğumu unutuyorum… Her gün, ertesi gün kimi seveceğimi bilemiyorum… gözüme batan heyulalar görüyorum yalnızca, ama tutmaya çalıştığım anda yok oluveriyorlar."
Jean Jacques Rousseau’nun 1761’de yayımlanan Julie romanının kahramanı Saint Preux, günübirlik, anlık değerler borsasında “yalnız” ve şaşkındı. Ama hiç de yalnız değildi. Diyelim ki aynı sıralarda Rusya’da bir prens, Stephan Arkadyeviç de aynı ruh iklimindedir.
Anna Karenina’nın ağabeyi Arkadyeviç. Tam bir “liberal”. Tiryakisi olduğu gazetesi “değişen değerler borsası”nda kılavuzluk eder ona. Bilim, sanat, siyaset onun işi değildir. Çevresinde gördükleri, duydukları ve gazetesinde okudukları kadar geçerlidir hepsi. Okudukları, duydukları değiştiğinde, kendisi de farkına varmadan, anlamadan değişir.
Arkadyeviç giyeceği pantolonun, şapkanın modelini nasıl ki kendi seçmiyor; herkesin giydiğini alıp giyiyorsa, aynı şekilde “uygun” görünen düşünceleri benimser, savunur.
Onu bize anlatan Tolstoy, Arkadyeviç’in liberal düşünceyi akla uygun bulduğundan değil, yaşadığı çevreye uyduğu için tuttuğunu belirtir.
Kapitalizmin yükselişi eşliğinde ortaya çıkan bu “yeni insan”, kelimenin gerçek anlamıyla toplumsal karakter halini alacaktır. Başka bir deyişle toplumun karakterini oluşturacaktır.
Amerikan Toplumsal Karakterinin Değişimi’ni inceleyen David Riesman, kendinden önce edebiyatçıların çoktan teşhis ettiği, yüzyıllardır anlattığı karakterin adını koyuyordu 1950’de: Yalnız Kalabalık.
***
Şu ünlü tümceyle başlar Anna Karenina:
Mutlu aileler birbirine benzer. Her mutsuz ailenin mutsuzluğuysa kendine özgüdür.
Mutsuzluğun yerine yalnızlığı koyun siz.
Seri halde üretilen birbirinin aynı ve fakat “şahsa özel” mutsuzluklarla, yalnızlıklarla hangi bakanlık baş edebilir?