YAZARLAR

Yapay zekâ mı, genel zekâ mı?

Günümüzün çıplak gerçeği şudur: Sermaye egemenliği altında teknolojik ilerlemeler, örneğin yoğunlaşan yapay zekâ uygulamaları daha büyük bir sınıfsal ve metabolik yarılma, ultra eşitsizlik ve despotizmden başka bir şey yaratmıyor.

Bilimsel ilerleme ve buluşların üretim ve toplumsal yeniden üretime, dolayısıyla gündelik yaşamlarımıza giderek hızlanan bir tempoyla girmesi, “teknoloji” konusunu, felsefi, ideolojik, siyasal ve kültürel bir mücadele ve tartışma alanı haline getirdi.  Bu alandaki gelişmelerin dışında düşünüp davranmak da, birçok başlıkta eskiye dönüş de olanaklı değil.

Tarihte, daha önce de benzer durumların yaşandığını biliyoruz. Örneğin, 1780’lerin Sanayi Devrimi üretici güçlerin gelişmesinde hızlı ve o dönemin insanları için sarsıcı değişikliklere yol açtı. Sonraki 200 yıla, makinenin temel üretici güç haline geldiği “sanayi kapitalizmi” damgasını vurdu. Günümüzdeki gelişmelerin özgünlüğünü tanımlayan kesin sözler için henüz erken olmakla birlikte, kanımca günümüzdeki temel fark, bilgi ve enformasyonun temel üretici güç, “düşünen makine”nin Yapay Zekâ uygulamaları yoluyla toplum yaşamını biçimlendiren temel araç haline gelmekte oluşudur.

Buraya nasıl gelindiğini anlamak için bilim, teori, teknoloji ilişkilerinin tarihine göz atmamız gerekiyor.

BİLİM-TEORİ, TEKNOLOJİ

Bilimi, tam olma iddiası taşımadan, yöntemli bilgi edinerek bilinmeyenden bilmeye doğru sonsuz bir öğrenme ve keşfetme yolculuğu olarak tanımlayabiliriz. Bilmenin nesnesi her şeydir: Doğa, madde, toplum, olgular, süreçler, ilişkiler, duyular ve hatta duygular!

Konuyu açıklığa kavuşturmada Antik Yunan kaynaklı iki kavram bize ışık tutabilir. Bu kavramlardan biri episteme, öteki tekne’dir. Episteme, Yunanca kanı, inanç anlamındaki doxa sözcüğünün karşıtıdır. Bilmek, anlamak, tanımak, soyut düşünce ve kavramlar geliştirmek anlamlarına geliyordu. Antik Yunan’da gökcisimlerinin hareketini geometriye dayalı matematik modellerle açıklayan astronomi, zamanın epistemik bilimsel etkinliği olarak kabul ediliyordu. Tekne ise yapmaya, pratiğe yönelik, görgüye, deneyime dayalı, soyutlama düzeyi düşük görgü ve becerilerdi. Tekne, teknoloji sözcüğünün anasıdır.

Bilimin gelişmesinde, salt bilgi/düşünce olan epistemi ile yapma/beceri bilgisi tekne arasındaki ilişki son derece kritik bir rol oynadı. Avrupa için kabaca bir tarih vermek gerekirse, Rönesans’a kadar bilime din ve kilise yön veriyordu. Rönesans ve Aydınlanmayla birlikte din, bilgi/bilim/ideoloji üretimindeki geleneksel ağırlığını yitirmeye başladı. Uzun zaman ayrı kulvarlarda ilerleyen, episteme ile tekne’nin, eş deyişle bilim ile teknolojinin yakınlaşmaları Sanayi Devrimi’yle ivmelendi.

Bilim, teorik modeller üzerinden gelişir. Bilimsel etkinlik esas olarak teorik bir etkinliktir. Aslında teori ve pratik diye iki ayrı şey yoktur. Bugün kullandığımız “teori” sözcüğü, Yunanca theôria’dan geliyor. Theôria, dikkatli bakmak, gözlem yapmak demek. Teori sözcüğünün Türkçe karşılığı “kuram”ın kök fiili de “kurmak”tır. Teori, dikkatli gözlem yaparak model kurmaktır. Has bilim, bu anlamda teorik bir etkinliktir.

Soyut düşünceler, modeller üzerinden ilerleyen bilim ve teori ile gerçeklik ya da onun eylemli anlatımı olan pratik arasındaki ilişki ise çözülmemiş bir felsefi bilmecedir. İnsan aklının sonsuz evreni kavrayabilmesi, onun sonlu kavramların diline çevrilmesini, çözümlenmesini ve ölçülmesini gerektirmektedir. Engels, 12 Mart 1895 tarihinde Conrad Schmidt’e yazdığı mektupta, “kavram” (Begriff ) ile “gerçekliğin” “hep birbirine yaklaşan ama hiçbir zaman kesişmeyen iki asimptot gibi” yan yana uzandıklarını yazmıştı.

Sadede gelelim. Bir: Bilimin son sözü yoktur. İki: “Dünya bilinemez” demek de, en son bilimsel “doğru”ya kutsallık ve mutlaklık yakıştırmak da sorunlu yaklaşımlardır. Bilim dünyası, bilgi ve normların peş peşe, üst üste yığıldığı, doğrusal bir çizgide ilerleyen, insan etkinliğinden bağımsız durgun bir dünya değildir.

Kapitalizm, bilimin sonu değil, sermayenin boyunduruğu altına alınması sürecidir. Marksist teorik önerme açık ve geçerlidir: Sermaye, göreli artık değer elde etmek için üretici güçleri, dolayısıyla bilim ve teknolojiyi geliştirmeye yazgılıdır! Bu, paradoksal bir mantıkla, boyunduruğu ne kadar sıkarsa sıksın, bilimsel araştırma ve geliştirmenin göreli özerk karakterinin yok edilemeyeceği anlamına gelir.

Açılmasını başka bir yazıya bırakmak üzere ekleyelim: Bilimlerin kraliçesi aslında felsefedir. Felsefesiz ya da felsefi yönü güdük kalmış bilim eksik bilimdir. Günümüzün en önemli sorunlarından biri budur!

Geçerken ve yine ileride açmak üzere, yalnızca bilimsel teori-teknoloji ilişkisi açısından değil, siyaset bilimi ve sınıf mücadelesi açısından da, 28 yıl önce yazıldığı gibi, “Teori bugün en çetin pratiktir(1) önermesinin altını çizmek isterim.

TEKNOLOJİ 'KENDİNDE BİR ŞEY' Mİ?

Teknolojiyi, teorik bilimsel ilerlemelerin, üretim ve iletişim araçları, platformları, ortamları üzerinden toplumsal üretime ve yeniden toplumsal üretime geçişi, uygulanması olarak anlıyoruz. Evet, bilimin ve teorinin görece özerkliği var; iyi ki de öyle. Ama araç, ortam ve platformlar mülkiyet, sahiplik, zilyetlik, hepsini içeren bir kavram olarak hükmetme konusudur. Sorunun özü bunlara kimin  hükmettiğidir. Güncel kapitalizmde araç, platform ve ortamlara hükmedenler giderek bilimsel çalışmanın yönünü, amacını da belirliyorlar. Kârâ endeksli teknolojik yenileştirmeler yordamıyla teknoloji bilimi giderek daha fazla güdümlüyor. Sayıları bir elin parmaklarını geçmeyen bilişim oligopolleri bugün ABD’de bilim ve teknolojiye, aynı zamanda dünya siyasetine yön verecek devletsi bir güce erişmiş durumdalar. Bu oligopoller 6 şirket olarak MAMATA diye kısaltılıyor: Meta (Facebook, Instagram), Alphabet (Google), Microsoft, Amazon, Tesla, Apple.

Tam bu noktada karşımıza iki soru çıkıyor: Bir: Her şeye rağmen bilim ve teknoloji alanındaki ilerlemeler tüm dünyada, tüm insanlar için daha iyi, daha eşitlikçi, gönençli bir yaşamın kapısını açmıyor mu? İki: Üretici güçlerin gelişmesi, emek üretkenliğinin artması anlamına da gelen tüm bu bilimsel-teknolojik ilerlemeler, yeni bir toplumun maddi önkoşullarını hazırlamıyor mu?

Bu sorulara kristal keskinliğinde kategorik yanıtlar vermeye kalkışmadan, tartışmalara girdi sağlayacak iki tez öne süreceğim.

Birincisi şu: Toplumsal refah, hiçbir zaman teknolojik gelişimin kendiliğinden ve kaçınılmaz sonucu olarak ortaya çıkmadı. Son bin yılın tarihi, teknolojik gelişmelerle maddi zenginlik ve daha iyi bir yaşamın maddi olanaklarının geliştirildiğini, ama bunların sonuçlarından toplumsal sınıfların hiçbir zaman eşitlikçi olmak bir yana adil biçimde bile yararlanamadığını, alt sınıfların görece refahının her zaman sisteme meydan okuyan mücadelelerle kazanıldığını gösteriyor.  Daha eşit paylaşım için örgütlenip mücadele edenler yoksa, teknoloji “tanrı”sının adaleti de olamıyor!

İkincisi, üretici güçlerdeki gelişmelerin komünist bir toplum için gerekli maddi önkoşulları, geçiş olanaklarını hazırladığı belirlemesi, okuyucularımın bildiği gibi “komünizmin olanakları” başlığı altında didiklediğim, kitap ve yazılarımda altını doldurmaya çalıştığım bir önermedir. Bilim ve teknoloji alanındaki gelişmelerin kendiliğinden ve daha şimdiden kapitalist olmayan, eşitlikçi, toplumcu bir düzene geçişi sağlamakta olduğu tezinin ise düpedüz yanlış ve gerçek dışı olduğunu düşünüyorum.

Bu tezin ideologlarından biri, bir ara CHP’ye danışmanlık da yapan Jeremy Rifkin’dir. Rifkin,  dijitalleşmenin olanaklı kıldığı “sıfır marjinal maliyet” in kapitalizmi ölüme götüreceğini savunuyor. Ona göre, çok yakın bir gelecekte “ortaklaşmacılık bireyciliğin; kullanım ve erişim özel mülkiyetin; hizmetler malların; gayri maddi bitler, maddi atomların; kolektif akıl, bireysel aklın; bedava paranın; kalıcılık ‘kullan-at’çılığın; işbirliği rekabetin; özen ve öteki için kaygılanma egoizmin; paylaşım sahipliğin; olmak sahip olmanın; gelecek kuşakların hesaba katılması ‘kısa vadecilik’in; adil ticaret üçüncü dünyanın sömürülmesinin yerine geçecektir.”(2)

Kapitalizminde rekabetin amacı tekeldir; dev bilişim şirketlerinden konuşacak olursak oligopoldür. Bilimsel-teknolojik yenileşmenin giderek daha büyük organizasyon, devasa AR-GE bütçeleri gerektirmesi, başlangıç maliyetlerini akıl almaz ölçülerde büyütüyor. Dijital küresel ekonomi pazarı çok az sayıdaki aktörün, hatta tek aktörün egemenliği altına giriyor. Bilişim devlerini vergilendirmek, ekoloji/iklim krizi, sağlık, eğitim, kent hakkı vb. başlıklarında yıllar içinde mücadelelerle oluşmuş en önemli kazanım olan sınırlayıcı kurallara (regülasyonlara) uymalarını sağlamak giderek daha zor ve olanaksız hale geliyor. Amazon’un geliştirmekte olduğu yapay zekâ uygulamalarıyla sağlık sektörüne gireceği haberini, ya da “tekno-faşist” sıfatını hak eden Elon Musk’un sahip olduğu uzaydan iletişim teknolojisini, özellikle de yapay zekâlı silahlara uzaktan (ve uzaydan) dijital komuta olanaklarını düşünün! Bu oligopoller yalnız devasa bir ekonomik güce değil, büyük bir siyasal güce sahipler.

Teknolojiler, onları var eden amaç ve vizyondan bağımsız değil. Hangi bakışın egemen olacağı, başka deyişle hangi sınıfın kendi çıkarını topluma kabul ettireceği bu araçlara, paraya, AR-GE ‘ye kimin sahip olduğuna bağlı.

Kanımca siyaset açısından en önemli problem, oligopollerin elindeki bu kapasitenin salt doğa ve üretim üzerinde değil, insan üzerinde gözetim, denetim ve bire bir yönetme gücü sağlamasıdır.

Günümüzün çıplak gerçeği şudur: Sermaye egemenliği altında teknolojik ilerlemeler, örneğin yoğunlaşan yapay zekâ uygulamaları daha büyük bir sınıfsal ve metabolik yarılma, ultra eşitsizlik ve despotizmden başka bir şey yaratmıyor.

Teknolojinin tek gerçeklik, sorgulayan aklın, yaşama sevincinin ve enerjisinin, insani etkinlik ve duyguların ise uzak durulması gereken kavramlar sayıldığı bir dünyada teknoloji devleri tanrısal bir güç kazanırken, birey kendi yazgısını belirleme arayış ve itirazından yüz çeviren iradesiz bir nesneye dönüştürülüyor. Aldous Huxley’in bilim kurgu romanı Cesur Yeni Dünya’da (1932) betimlediği insan, bedensel ve ruhsal (psişik) gereksinmelerini sentetik besinlerle, ilaçlarla, mutluluk haplarıyla karşılayan, cinselliği ruhsuz bedenlerin mekanik alışverişi olarak yaşayan, kuluçka makinelerinde formatlanarak “üretilen”, sevgi ve dayanışma yoksunu bir insandır. Huxley, romanına 1946’da yazdığı eleştirel önsözde, kitabı yazdığı dönemde betimlediği dünyayı gelecek altı yüzyıla attığını kaydettikten sonra şöyle devam ediyor: “Bugün tek bir yüzyıl içinde bütün bu dehşet üzerimize çökebilecek gibi görünmektedir. Tabii bu arada kendimizi moleküllere ayırmaktan kaçınırsak.” (3) Huxley’in yüzyılına 8 yıl kala dünyamızdaki gidişat öngörüyü doğruluyor.

Bilim, bilgi ve teknolojiye toplumsal aklın egemenliği, verili teknolojileri idealize etmekten değil bizatihi bu alanı mücadele arenasına çevirmekten geçiyor. İçinde olduğumuz uygarlık dönemecinde bu mücadeleye kavramlardan, dil’den başlamak zorunludur.

KAVRAMLAR DA SAVAŞIR…

Marx, Grundrisse’de makinenin “insan beyninin, insan eliyle yaratılmış organları” olduğunu, “bilimin nesneleşmiş gücü”nün, yani “genel toplumsal bilginin” “dolaysız bir üretici güç haline” gelmesinin yaşam süreci koşullarının general intellect’in (genel zekânın) kontrolü altına girme süreci olduğunu yazmıştı.(4)

Bu anlatım ve kavramlaştırmaların, dünyayı değiştirmek isteyenler için, özellikle bugün son derece değerli ve vazgeçilmez olduğunu düşünüyorum. Örneğin, “teknoloji” yerine “genel üretici güç”, “yapay zekâ” yerine “genel zekâ” demek aklımızı sermaye uygarlığının koşullamalarından kurtarmanın ilk adımıdır. “Teknoloji” dediğimiz zaman akıllara, büyük sermaye yatırımı isteyen, neredeyse tümüyle oligopollerin denetiminde olan AR-GE’lerin geliştirdiği icatlar, yenileşimler geliyor. “Genel üretici güç” dediğimiz zaman ise, insanlığın binlerce yılda geliştirdiği üretici güçler düzeyi, ortak miras referans alınmış oluyor. “Genel zekâ” bu birikimli mirasın yarattığı toplumsal ve tarihsel bir üründür. Bu tanımın kendisi kapitalist/oligopol mantığının yadsınmasıdır. Bugün, evrensel kurtuluş stratejisinin temel önermesi olarak öne çıkıyor.

Genel üretici gücün, doğa bilgisinin toplumsallaştırılarak insanın “kendi malı” haline getirilmesi, rantçı-asalak azınlığın evrensel bilgi üzerindeki boyunduruğunun kaldırılmasına bağlıdır. İnsan, çağlar boyunca biriktirdiği düşünme ve üretme yeteneğini sermayenin elinden aldığı zaman, genel üretici gücü genel zekayı kullanma, denetimi altına alma ve toplumsal amaçlar için değerlendirme gücüne de erişmiş olacaktır.

Genel üretici güç ve genel zekâyı bilim-teknoloji alanındaki mücadelelerde, “toplumsal proletarya” ve  “toplumsal birey”i ise sınıf mücadelesi ve devrim bağlamında evrensel kurtuluş mücadelesinin kavramları, dil’i olarak öne, bilince ve eyleme çıkarmamız gerekiyor.


1) Marksist Eleştiri Teorik Araştırma ve İnceleme Kitap Dizisi, Kış 1996, “Çıkarken” yazısı. s.2
2) Aktaran, Luc Ferry, Transhümanist Devrim, Çeviren: Kağan Kahveci, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, II. Basım, İstanbul 2023, s. 90-91
3) Aldous Huxley, Cesur Yeni Dünya, Çeviren: Ümit Tosun, 33. Baskı, İthaki Yayınları, İstanbul, Ekim 2019, s.28
4) Karl Marx, Grundrisse Ekonomi Politiğin Eleştirisi İçin Ön Çalışma, Çeviren: Sevan Nişanyan, Birikim Yayınları, Ankara, Ekim 1979, s. 654


Haluk Yurtsever Kimdir?

İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu. 1973-1976 ve 1980-1992 yılları arasında İngiltere, Sovyetler Birliği, Fransa ve Almanya’da bulundu. 1974’de İngiltere’de TKP üyesi oldu. Bir yıl Moskova’da Lenin okulunda eğitim gördü. İlki 1990’da yayımlanan Sınıf ve Parti (Dönem Yayınevi, Ankara) olmak üzere yayımlanmış 15 kitabı var. 8 ortak kitaba katkı yaptı. Son iki kitabı, Uygarlık Dönemeci 2021’de, Dünyada ve Türkiye’de Komünist Ufuk 2023’de Yordam Kitap’tan yayımlandı. Yurtsever Nisan 2024’de yine Yordam Kitap tarafından yayımlanan 15 yazarlı 100 yıl Sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin de yazarları arasında bulunuyor. Tarih, felsefe ve siyaset üzerine çalışıyor, kitap ve makaleler yazıyor. İzmir’de yaşıyor.