Yardım siyasetinin düşündürdükleri
Geleneksel dayanışma mekanizmaları formel sosyal politika seçeneklerinin yokluğunda yalnızca ihtiyaç sahiplerinin kurtuluşu olmakla kalmadı, aynı zamanda fazlasıyla kişisel, yandaşlığa dayalı ve çarpık bölüşüm ilişkilerinin de merkezi oldu. Hayırseverlikle, sadaka kültürüyle, yandaş ağlarıyla dönen yeni ekonomik yapı “alan el” için hayatta kalma, “veren el” için de üretim, istihdam, vergi indirimi, ihaleler, politik bağlantılar anlamına geldi.
Aslıhan Aykaç Yanardağ*
30 Ekim İzmir depremi, daha önce Van, Elâzığ, Malatya örneklerinde olduğu gibi kolektif dayanışmayı gerektiren büyük bir hasara yol açtı. Gerçekten de merkezi ve yerel yönetimlerin tüm kurumları seferber oldu, sivil toplum girişimleri sürece destek verdi ve depremin ilk anından arama kurtarma çalışmalarının tamamlandığı 4 Kasım tarihine kadar tüm birimler yoğun bir çaba sergiledi. Medyaya yansıyan duygu yüklü kurtarma başarıları, sosyal medyada yürütülen bağış kampanyaları ve gönüllülerin destekleri bir birlik, beraberlik duygusu yarattı; ancak insan hayatını ortak payda olarak kabul eden bir kolektif çabadan söz etmek ne kadar mümkün tartışılır.
Özellikle sahadaki çalışmalara yönelik en yüzeysel gözlem bile merkezi hükümetin yardımlarıyla yerel yönetimin yardımları arasındaki yaklaşım farkını gözler önüne seriyor. Yardımlar mekânsal olarak birbirinden ayrılmış durumda, valilik ve büyükşehir yönetimi bir arada örgütlenmiyor. Merkezden gelen yardımlar AFAD, Kızılay, birtakım AKP belediyeleri ve Beşir Derneği tarafından sağlanıyor ve yürütülüyor. AFAD İl Müdürlüğü’nün açıklamasına göre deprem bölgesinde kullanılmak üzere AFAD tarafından 13 milyon, Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı tarafından 10 milyon ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından da 6 milyon lira kaynak aktarımı yapılmış durumda. Büyükşehir Belediyesi’nin yardımları ise bir taraftan internet üzerinden gelen destekleri toplayarak diğer taraftan sahada kaynak dağıtımı yaparak ilerliyor. Ancak tek fark kurumsal yapı ve kaynak dağıtımı ile ilgili değil. Bunun dışında yerele yönelik bilgiyle ilgili bir zihniyet farkı var. Kış mevsiminin başında olduğumuz düşünülürse depremzedelerin barınma sorunu kısa vadede çözülmesi gereken en önemli sorun. Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum, yaptığı basın toplantısında Bayraklı Smyrna Meydanı’nda konteyner kent kuracaklarının müjdesini veriyor. Buna karşılık Büyükşehir Belediyesi, Bir Kira Bir Yuva kampanyasıyla depremzedeleri konteyner veya çadır koşullarından güvenli konut koşullarına taşımaya çalışıyor. Bunun dışında Büyükşehir Belediyesi, TOKİ Uzundere’de boş bulunan 224 konutu depremzedelerin kullanımına hazırlıyor. Yakın zamanda boşaltılan Hilton Oteli’nin 380 odası üç ay süreyle depremzedelerin kullanımına açılıyor. Sadece bu yaklaşım farkı bile, önceliklerin ne kadar karıştığını, kurumlar arası iletişimin ne kadar eksik olduğunu gösteriyor. İnsanları dört aylık bir kış süresince çadır ya da konteynerde tutmak yerine mevcut konut stoku içindeki boş kiralık konutlara, yurtlara, lojmanlara, misafirhanelere yerleşmelerini sağlayacak destekler, depremzedelerin evsiz kalmalarından kaynaklanan travmayı daha hızlı atlatmaları ve pandemi riskini “evde kalarak” azaltmaları açısından son derece önemli. Ama konteyner kentler yardımın görünürlüğü ve siyasi propaganda açısından kira desteğinden daha işlevsel görülüyor.
Yardımların siyasi boyutunu yalnızca iki kutup ve bu kutuplarla bağlantılı sivil toplum uzantıları üzerinden takip etmek de eksik bir yaklaşım olur. Müge Anlı ve dostlarından İHH İnsani Yardım Vakfı’na, Maden-İş Sendikası’ndan yerel belediyelere kadar farklı gruplar kendi imkanlarıyla çadır yerleşkelerinde yer alıyor. Kavel Alpaslan’ın sahadan aktardıklarına göre, İzmir’de yer alan farklı sosyalist gruplar da dayanışma çabalarının bir parçası olarak sahada faaliyetlerini sürdürdüler. Öte yandan İnşaat Mühendisleri Odası İzmir Şubesi deprem sonrası hasar tespit çalışmalarına katılmak istese de bu talepleri Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü tarafından kabul edilmedi. Sosyal medya üzerinden İzmir Deprem Dayanışma Ağı altında bir araya gelen ve çadır yerleşkesinde kitap dayanışma kampanyası yürüten öğrenciler ise polis tarafından alandan çıkarıldı. Sonuç olarak, siyasetteki kutuplaşma ve parti siyaseti yardım sürecinin yürütülmesinde de kendini gösterdi. Mesele yalnızca enkazın üzerine çıkıp enkaz altındaki depremzedelerle konuşarak şov yapmak değil, aynı zamanda yardım işlerini de olabildiğince uzun sürdürmek, görünür kılmak, mümkünse gözümüze sokup bir siyasi melodram yaratmak. En basit örnek, hepimiz ekran karşısında minik bebeklerin, günlerce enkaz altında kalmış depremzedelerin kurtuluşunu izlerken, sahadaki ekipler o kurtarıştan puan kapmak derdinde. Deprem sonrası çıkan kurtuluş hikayeleri, kahramanlık hikayeleri toplumsal ayrışmanın fay hatlarını gizlemeye yetmiyor.
Yardım işlerinin siyasi işlevini AKP iktidarının sosyal politika yaklaşımları içinde, büyük resmin bir parçası olarak değerlendirmek gerek. AKP, iktidarda bulunduğu yirmi yıl boyunca neoliberal ekonomi politikalarına sıkı bir bağlılık gösterdi. Bu bağlılık eğitim, sağlık, emeklilik alanlarında özelleştirmelerin yanı sıra sosyal güvenlik ağlarının kademeli olarak zayıflamasını, devletin sunduğu kamu hizmetlerinin giderek daralmasını da beraberinde getirdi. Dolayısıyla devlet ve piyasadan sosyal güvenlik hizmeti alamayan ve korunmaya muhtaç kalan kesimler için geriye kalan tek seçenek hayırseverlik ve sadaka kültürü oldu. Geleneksel dayanışma mekanizmaları formel sosyal politika seçeneklerinin yokluğunda yalnızca ihtiyaç sahiplerinin kurtuluşu olmakla kalmadı, aynı zamanda fazlasıyla kişisel, yandaşlığa dayalı ve çarpık bölüşüm ilişkilerinin de merkezi oldu. Hayırseverlikle, sadaka kültürüyle, yandaş ağlarıyla dönen yeni ekonomik yapı “alan el” için hayatta kalma, “veren el” için de üretim, istihdam, vergi indirimi, ihaleler, politik bağlantılar anlamına geldi. İzmir depreminde de AFAD, Kızılay gibi kurumlar yaptıkları yardımlarla bir taraftan mevcut stoklarını eritirken, diğer taraftan yeni yardım stoklarının sağlanması için yeni ihalelerin de yolunu açıyor. “Ne yapsaydık? Yardım etmese miydik?” sorusu gelebilir, ama burada mesele yardım yaparken kaynakları etkin kullanmak, şeffaf olmak, verilerle konuşmak. Torunlar-Kızılay-Ensar Vakfı arasındaki 8 milyon dolarlık bağış skandalının üzerinden aylar geçmişken yardım ekonomisini sorguya açmanın yersiz olduğunu söylemek zordur.
Afet anlarında yapılması gerekenleri ve afet yönetimini iyi planlamak bugün ve bundan sonraki olası afet durumları için büyük önem taşıyor. Öncelikle acil yapılması gerekenleri takiben kısa, orta ve uzun vadede yapılacakları belirlemek ve öncelik sırasına koymak gerek. Bu sayede sıklıkla karşılaşılan kaynak sıkıntısı etkin bir planlamayla en aza indirilebilir. İkinci olarak, kurumlar arası iletişim, işbölümü ve işbirliği şart, ancak bu yolla olası israfın, ihtiyaç sahiplerini yarı yolda bırakacak sapmaların, boş vaatlerin önüne geçilebilir. Basitçe bir koordinasyon merkezi ya da kriz masası oluşturmak yeterli değil, toplumun tüm bileşenlerinin, parti, ideoloji, büyüklük, küçüklük kısıtları olmaksızın masada buluşması önemli. Üçüncü bir dikkat noktası ise bu tür doğal afetlerde yereli iyi bilmek, mevcut koşulları, sosyo-ekonomik yapıyı ve ihtiyaçları tanımak gerek. Mesele yalnızca sınıf ya da yalnızca coğrafya değil. Her şey sınıfla açıklanabilir tabii, ama hiçbir şey yalnızca sınıfla açıklanamaz. Çözümler basitçe maddi koşulların sağlanmasından ibaret değil. Bugün İzmir’de depremzedelerin tüm diğer örneklerden en önemli farkı pandemi koşulları, bunu dikkate alarak hareket etmek gerek. Dördüncü ve son olarak, miktarı ne olursa olsun gelen yardımların ve tüm bağışların kayıt altına alınması ve nasıl kullanıldığının halka şeffaf bir şekilde açıklanması gerek. Afet bölgelerine ulaşamayan birçok vatandaş yapacakları yardımın nereye gideceğini bilmediğinden, yardım kurumlarının geçmiş yolsuzluklarının bıraktığı izlerden ötürü bağış konusunda çekimser kalıyor. Bunun önüne geçmenin tek yolu, verileri açık bir şekilde paylaşmak, hesap verebilir olmak. Yardımın amacından saptırılmadan, reklama dönüşmeden, muhtaç olana diyet ödetmeden, ayrım gözetmeksizin yapılması gerek. Aksi takdirde, yapılan iş yardım değil, fırsatçılık olur.
*Prof. Dr., Ege Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü