Yarısı dolu, yarısı boş bardağa uzaktan bakmak
Belirsizliğe bakmanın başka bir yolu var mı? Bir akıntıya kapılmış gider gibiyken ne yapacağız? Asıl tehlike ne? Antigone'yi doğuran zalim tanrılar, canavarlar, sürüklenen planktonlar, girdaplar, eşikler, uykuya yatan köstebekler... Tefrika biterken son sözler, kıssadan hisseler...
Belki birazdan dağılır derken sis daha da çöküyor. Neden buradayız, başımıza ne geldi anlamaya, sisin belki birazdan dağılacağını, nasıl dağıtılabileceğini hatırlamaya ihtiyacımız var. Yirmi duraklık bu yolculuğa, bu niyetle başlamıştık.
Düşünce tarihinin açtığı patikalarda dolanırken, (4. Bölüm) bu son sözü düşünerek felsefeci Çetin Balanuye'ye belirsizliğe bakışımızı olumlu bir yana döndürmenin imkânını da sormuştum. Dolu tarafına odaklanmayı zorlamak değilse de, bardağa uzaktan bakmak belki. Rus klasikleri için yapılan meşhur tespiti hatırlatmıştı: Edebiyat tarihinin o şahikalarının yazılmasını sağlayan, çarlık döneminin berbat atmosferiydi, devrimden sonra onlar gibisi yazılamadı. Balanuye, yaratıcılığın kaynağını çilecilik üzerine kurmayı doğru bulmuyordu, “Tanrılar iyi ki zalimdi, o sayede Antigone doğdu denebilir mi?” diye sormuştu ironiyle. Karşı çıkmadığı bir hakikat vardı, belirsizliğin getirdiği tetikte olma halinden bir tür uyanıklık, buradan da yaratıcılık doğabileceğini teslim ediyordu. Fakat bunun da kozmosun kendisinde, her daim bulunduğunu söylüyordu. Yarısı boş bardağa uzaktan bakmak, bardağı tanımak belki de bu.
İçimizden devam edersek, bir başka alternatif bakış açısını da belirsizliğin ruh sağlığı üzerindeki tesirini konuşurken klinik psikolog, psikoterapist Banu Yılmaz (18. Bölüm) işaret etmişti. Pandemi, ekonomik kriz, otoriter rejim, deprem, iklim krizi, tek tek kaynağını göstersek dahi, omuzlarımızın altında çökmemize neden olan yığın, muhteviyatını bilmekle hafiflemiyor. Hepsinin eridiği alaşımla ağırlaşıyor, ne olduğunu bilmediğimiz bir kayıp duygusu yaşıyoruz. “Belirli” olandan mahrum kalmak gerçekten bir kayıp mı, bir kayıp gibi ele almak bu yükü hafifletebilir mi? Yılmaz, kayıp olgusunun “fiziksel yokluklarla” sınırlanamayacağını söylemişti. Bugünün kendisi, geleceği inşa etmek için gerekli referansları sunamaz hale geldiğinde, geçmiş ile gelecek bağlanamıyordu. Bu sürekliliği tekrar inşa etmeye çabalarken belirsizliği, “yasını tutmamızı olanaksız hale getiren belirsiz bir kayıp gibi” ele almanın katkı sunabileceğinden bahsetmişti. Genel olarak bu süreci sadece olumsuz yanlarıyla görmeye karşı bir önerisi daha vardı, travma sonrası gelişme olgusunu hatırlamak... Nasıl bir gelişim söz ettiği? “Bireyin kendisine ilişkin algısında, yaşam felsefesinde ve başkalarıyla olan ilişkilerinde ortaya çıkabilecek önemli değişimler, dışa dönüklük, deneyime açıklık, bilişsel olgunluk ve umutlu olma”... Bu yönden bakmaya, “Tanrılar iyi ki zalimdi, o sayede Antigone doğdu” naif iyimserliği değil, belki “şer”den doğabilecek olanı hatırlama, bundan güç alma denebilir. Bardakla barışma.
“Mübhemat”a yakınlaşmaya, belirsizliği konuşmaya Necmiye Alpay'la (1. Bölüm) başlamıştık. Alpay da bardağa bakmanın mümkün olan başka ferah bir açısından, belirsizlik kavramının ondaki gençlik çağrışımından söz etmişti.
“Gençken her şey belirsizdir, merak edersiniz nasıl bir hayatım olacak, neler yapabileceğim, kime âşık olacağım, çocuklarım olacak mı... Oysa yaşınız ilerledikçe bunlar bir bir belirli hale gelir; en sonunda geriye o hem mutlak belirli hem de mutlak belirsiz olan son adım kalıncaya kadar. Ama hayat orada bile hep bir olasılıklar dizisidir. Ve siz, önünüzde bir taneden fazla olasılık, yani bir taneden fazla belirsizlik gördüğünüz ölçüde 'genç'sinizdir.”
GİRDAPLAR, KIYAMETLER, UMUTLAR
Hayatın, kozmosun zaten barındırdığı belirsizlik, modernitenin tabiatıyla büyüttüğü belirsizlik, kapitalizmin varlığını dayadığı belirsizlik, farklı cümlelerde defalarca belirdi bu yazılar silsilesinde. “Hep böyleydi” demek izansızlık olurdu ama bugün başlamamıştı. İnsanlık tarihinin en talihsizleri gibi hissetmek, bu çağın cefasına bir anlam katıyor gibiyse de, “her şey” bizi bulmamıştı. Zaten başlamış bir hikâyenin belki bir dönemecine denk gelmiştik. Nasıl bir dönemeç burası? Marx'ın söylediği gibi, tüm durgun, donuk ilişkilerin silinip süpürüldüğü, yeni ortaya çıkan her şeyin daha kemikleşemeden miadını doldurduğu, katı olan her şeyin buharlaşıp gittiği zaman. En sonunda da insanlar hayatlarının gerçek koşullarıyla ve diğer insanlarla ilişkileriyle yüzleşmeye zorlanacaklar. Ya da modernliğin hilesini ve cazibesini tarif etmek için, Marx'ın bu imgesinin “kozmik büyüklüğüne, tasavvur gücündeki ihtişama, alttan alta kıyametsi havasına” hayranlıkla yola çıkan Marshall Berman'ın söz ettiği girdap; belirsizliğin girdabı. Antonio Gramsci'nin iki dünya savaşının ortasından gördüğü biraz: “Eski dünya ölüyor, yeni dünya doğmak için mücadele ediyor: Şimdi canavarlar zamanı.” Bir eşik.
Sosyolog Begüm Özden Fırat (8. Bölüm), bu eşikte çelişkileri ve belirsizliği dünya halkları açısından bir imkân olarak ele almayı tercih ediyordu. Bir yanda, belki insanların hayatlarının gerçek koşullarıyla ve diğer insanlarla ilişkileriyle yüzleşmesinden doğacak daha demokratik, eşitlikçi, özgürlükçü bir sistem ihtimali var. Diğer yanda belki bugünden bile karanlık bir dünya. Bütün bu sürecin nesnesi değil, öznesi olmayı tercih edenlere bağlı her şey. Bardağı kırıp atmak da mümkün gerekirse.
Pandeminin yükselen yeni dalgaları arasında, kendimizden “dışarı” maskeyle bakabildiğimiz günlerde belki de özne olmaktan konuşmak zor. Her şeye rağmen dünyanın farklı sokaklarından ırkçılığa, cinsiyetçiliğe, bunları polis gücüyle dayatarak kendini var eden kapitalist devletlere karşı yükselen sesler varsa da kolay değil. Buradan nasıl çıkacağız, çıkmamız gerekliliği bu kadar aşikârken, bunu görememek mi mesele, nesne olmayı çoktan kabullenmiş olmak mı? Buradaki belirsizliğe, Mark Fisher'in “kapitalist gerçekçilik” ile açtığı gerçekçi, şefkatli ve isabetli politik önermeyle yaklaşmak mümkün. Kapitalizmin alternatifini tahayyül edemez hale gelişi, hayal gücünün sömürgeleştirilmesi, daha iyiye inancın, arzunun gaspı olarak ele alıyordu Fisher. Bu canavarlar zamanında bireysel sandığımız yıkımı kolektifleştirmekten, depresyonu politikleştirmekten, sınıf yaralarının o hiç geçmeyen sızısını öfkeye dönüştürebilmekten söz ediyordu.
SÜREKLENEN PLANKTONLAR
Bu yazı dizisi, sis içinde yürümeye çalışan kalabalıklar resmiyle açılmıştı. Çok kişinin zihninde belirsizliğin sis ile belirdiğini sonra fark ettim. Okuyunca kafamdan gitmeyen bir imge de, belirsizlik mevzuu üzerine en fazla yazanlardan olan sosyolog Zygmunt Bauman'ın Bireyselleşmiş Toplum kitabında geçen planktonlar oldu. Bauman tek tek hayatlarına dair kontrolü kaybetmiş hissedenlerden oluşan kitleyi, bu zamanın insanlarını suda sürüklenen planktonlara benzetiyordu. Yüzmek denemez buna. Kendini akışa bırakmanın, uysal bir uyumun ihtiyat ve akılcılık olarak kabul gördüğü, yönetilen, itilen bir grup canlı...
Doğa bilimlerini toplumsal alanda anlamlı kılmak için zorlamanın risklerinin farkında olarak, ama Bauman'ın kullandığı imgeden etkilenerek planktonları anlamak istedim. Evrimsel biyolog Arpat Özgül, öncelikle belirsizlik ile değişkenlik arasındaki farkı izah etti; öngörü ve davranış yoluyla değişkenlikle başa çıkmak mümkündü. Fakat belirsizlik, değişkenlere dair stratejileri boşa çıkardığında, akıntıya karşı hareketten vazgeçmek aslında evrimsel açıdan yeni bir strateji haline geliyordu. Yani planktonlar var kalmak için, ancak böylelikle gerekli fizyolojik esnekliği geliştiriyorlardı, yok olmamak için buna mecburlardı. Özgül'ün söylediklerinden yeni çağrışımlara olanak tanıyan bir diğeri de plankton teriminin taksonomik değil, daha ziyade fonksiyonel bir sınıflandırma oluşuydu. Bakterilerden denizanalarına kadar çeşit çeşit tür. Aralarında daha homojen gruplar halinde yaşayanlar da var, türlü komüniteler oluşturanlar da. Hep birlikte sürükleniyorlar. Sanki böyle dayanışıyorlar. Ne etkileyici bir sahne.
Peki bu esnada ne yapacağız? Klinik psikolog, psikoterapist Banu Yılmaz, edilgenliği ve çözümsüzlüğü getiren kayıtsızlaşma riskine dair uyarmıştı. Varlığı sürdürebilmek için gereken uyumdan başka bir şeydi kayıtsızlık ve normalleştirme. Felsefeci Nilgün Toker (9. Bölüm), her şeyin mümkün kılındığı, belirsizliğin gücüne yaslanan otoriter rejimleri anlatmıştı. Toker, faşizan rejimlerin hakikatten ve akıldan kopuşu dil üzerinden nasıl gerçekleştirdiğine değinirken, bir direnme alanından da söz etmişti: İktidarın kelimelerinden uzak durmak, kendi tanımlarında, belirlenimlerinde ısrarcı olmak. Benzer bir inadı hukukçu Kasım Akbaş (12. bölüm) da dile getirmişti; bize her şey ne kadar aşikâr ve adını koymak beyhude gelirse gelsin hukuksuzluğu hukuksuzluk olarak işaret etmek... Aslı Odman (7. Bölüm) ise “enkazbilim”den, kalkınmanın, büyümenin kayıplarını, her tür hak gaspını kaydetmenin, verileştirmenin kıymetinden söz ediyordu. Bu da ancak böyle ve de içinden geçerken yazılabilecek bir tarihti.
Begüm Özden Fırat, 2016'da Fırat Genç'le birlikte yaptıkları Peter Linebaugh söyleşisinden söz etmişti bir de. Linebaugh, tarihe emek, sömürgecilik, müşterekler perspektiflerinden bakan, aslında yenilenleri, ama yine de öldürüldükçe bitmeyen köleleri, denizcileri, yoksulları anlatan bir tarihçi. Tüm dünyada toplumsal hareketlerin tıknefes halinin verdiği karamsarlıkla olsa gerek, ona söyleşide hikâyelerini anlattığı insanların yenilgiyle nasıl başa çıktıklarını sormuşlar. Tarihe anlar, olaylar üzerinden bakmamanın soğukkanlılığıyla, gülmüş bu soruya. O söyleşide de “köstebeğin yeraltına girme zamanı” olarak tarif ediyor bu zamanları. Yenilgi gibi hissedilen dönemlerde akıl sağlığını korumaya çalışmayı ve kaydetmeyi öneriyor. Yaşadığımız zamana, insanların hayatlarında ve düşüncelerinde olan değişimlere dair kayıt tutmanın, hem bu süreçle başa çıkma yöntemi olduğunu, hem de başımıza gelenleri anlamlandırmaya yarayacağını söylüyor.
Bu da 2020 yılından bir kayıt olsun.
Bitti.
Notlar
Otuzdan fazla insanın sesiyle bu yazı dizisi mümkün oldu, ayırdıkları vakit için hepsine ayrı ayrı teşekkür ederim. Mark Fisher'in Kapitalist Gerçekçilik: Başka Alternatif Yok Mu? (Çev: Gül Çağalı Güven) Habitus Yayınları'ndan. Fisher'in Hayatımın Hayaletleri de (Çev: Feride Nagehan Öztürk) pek yakında aynı yayınevinden çıkacak. Zygmunt Bauman'ın Türkçeye çevrilen kitaplarının büyük çoğunluğu Ayrıntı Yayınları tarafından basıldı. Begüm Özden Fırat ve Fırat Genç’in bahsi geçen söyleşisi Express dergisinin 145. sayısında. Peter Linebaugh'un Londra İdamları (Çev: Çiğdem Demir) Otonom Yayınları tarafından basıldı. Şu an Zürih Üniversitesi Evrimsel Biyoloji ve Çevre Araştırmaları Enstitüsü'nde araştırmacı olarak yer alan Arpat Özgül'ün Twitter hesabı: @arpatoz.
Pınar Öğünç Kimdir?
İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler mezunu. 1997 yılından beri çeşitli gazete ve dergilerde muhabir, editör, köşe yazarı olarak çalışıyor. Jet Rejisör (söyleşi, İletişim Yay.), İnce İş (söyleşi, İletişim Yay.), Asker Doğmayanlar (söyleşi, Hrant Dink Vakfı Yay.), Aksi Gibi (hikâye, İletişim Yay.), Beterotu ((hikâye, İletişim Yay.), Cotturuk Defterleri (çocuk, CanÇocuk) kitaplarının yazarı.
'Bakınca, sadece kadın olduğum için işsizim aslında' 11 Ekim 2021
'Bu halimle beni hiçbir fabrika istemez, biliyorum' 04 Ekim 2021
'Şu an bu işe katlanmamın tek bir gerekçesi var, işsizlik korkusu...' 27 Eylül 2021
'Psikolojik esenliği bozan iklimse, ki öyle, onu değiştireceksiniz' 24 Eylül 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI