Yas ve çürüme: Ölümden ötedeki köye giden yol
Bizim devlet diye bildiğimiz yapı 1990’ların sonundan itibaren sıklaşan bir krizler silsilesiyle öldü. Lakin cenaze merasimi yapılamadı bir türlü.
Yasın, sırası değişebilir ve her biri tekrarlanabilir beş evresi var diyor Kübler-Ross. İnkâr, öfke, pazarlık/uzlaşma, depresyon ve kabullenme. Çürümenin de beş evresi varmış meğer. Bu defa sıralı, çünkü konuşan doğa ve doğada her şeyin bir sırası var, öyle değil mi?
Çürümenin evrelerinden ilki, ölümden hemen sonraki gün boyunca devam eden başlangıç. Henüz bozulma ya da kokuşma yok. Ölen sevdiğimiz biriyse, alışık olduğumuz gibi göreceğimiz son saatler. İkinci evre, ikinci ve altıncı günler arasında. Karın şişecek, vücuttan çeşitli sıvılar çıkacak ve kokuşma başlayacak. Üçüncü evre, yedinci gün başlıyor. Onikinci güne kadar koku artacak, deri kararmaya ve böcekler bedeni kemirmeye başlayacak. Dördüncü evre, onüçüncü günden ellibirinci güne kadar geçen sürede gerçekleşiyor. Ekşimiş peynir kokusu yükselecek cesetten. Bizim yakınlarımızı toplayıp ölüp gideni son bir kez yolculadığımız elli ikinci gün başlıyor beşinci evre. Koku kaybolmaya başlayacak. 207’inci gün sevdiğimiz o bedenden geriye kurumuş deri parçaları, kemikler ve saçlar kalacak.
Biz dünyanın yüzeyinde nefes alıp verir ve inkârdan öfkeye, ölümle pazarlığa ve uzlaşmaya, sonra depresyona sürüklenir, nihayet kaybımızı kabullenmeye uğraşır, belki geri dönüp her bir aşamayı tekrar tekrar yaşayıp yas tutarken, sevdiğimiz insanın toprağa verdiğimiz bedeni bütün o aşamalardan geçecek. Gelenekleri önemseyen biriysek cenazeden sonraki ritüellere katılacağız. Diyanet bunların dinde yeri yoktur, hatta bid’attir dese de, yedinci, kırkıncı ve elli ikinci günlerde yapılan merasimlerde iyileşmeye çalışacağız. Giysileri ve diğer eşyaları usulünce dağıtacağız. Türlü çeşit ritüelle üstesinden gelmeye çalıştığımız boşluk ve yas hissi kalacak. O yas, gidenin arkasından zihnimizde açıp anılarla donattığımız bir oda gibi olacak sonra. Onun yokluğunu kabullendiğimiz zamanlarda kapısı kapanacak. Artık olmadığını ve olmayışının ağırlığını hatırladığımız zamanlardaysa o odaya girip ana karnında bir bebek gibi dizlerimizi karnımıza çekip uğunacağız.
Biri öldüğünde herkes aynı şekilde hissetmez. Hislerimizi ölen kişinin kim olduğu, hayatımızda nasıl yer ettiği, onunla bir meselemiz varsa hayattayken yüzleşip yüzleşmediğimiz gibi onlarca değişken şekillendirir. Tabii bir de nasıl biri olduğumuz. Kimimiz ölen herkesi affetme eğilimindedir, kimimizin öfkesini ölüm bile geçirmez. Ölenle ve ölümle aramızdaki ilişki ne olursa olsun, bir an mutlaka hepimize uğrayan bir duygu daha olur. Yaşıyor muyum, hayatta mıyım? Yoksa bütün bunlar bir kâbus mu? Nasıl devam edeceğim hayata? Bundan böyle hayat devam edecektir elbette, ama önceki gibi olmayacaktır. O yas evreleri var ya, işte onlar, kayıptan sonraki hayata alışma evrelerimizdir aynı zamanda. Biri orada, toprağın altında çürürken, bizim hayata yeniden alışma evrelerimiz. Yas tutmazsak, hayata da alışamayız...
DEVLETLE VE ÖLÜMÜYLE YÜZLEŞMEK
Ama bu yazının konusu birinin ölümünün neden olduğu bir yas değil. Müştereken kurup, büyütüp, besleyip sonra hep beraber altında kaldığımız bir yapının, devletin ölümü. Defalarca söyledim ve yazdım, tekrar edeyim. Bizim devlet diye bildiğimiz yapı 1990’ların sonundan itibaren sıklaşan bir krizler silsilesiyle öldü. Susurluk’ta bir kamyon çarpmış, devlet ağır yara almıştı. 28 Şubat’ta ciğerlerinin haşat olduğu çıkmıştı ortaya. 1999 Marmara Depremi’nin enkazının altında kaldık. Hep beraber ve yapayalnızdık. Kimsesizlerin kimsesi, açları doyuran, çıplakları giydiren devlet ortalarda yoktu.
Ardından gelen 2001 ekonomik krizi tabuta vurulan kilitti. Lakin cenaze merasimi yapılamadı bir türlü.
2002’de AKP’nin yükselişi muhafazakâr kesimler için artık var olmayan devletin yerini alma girişiminin bir ürünüydü. O da ne, zümrüd-ü anka küllerinden mi doğmaktaydı yoksa? Tabii ki hayır! Koca bir göz aldanmasıydı o, ama başarılı da oldu. Sermayesi önceki dönemin yarattığı kesif çaresizlik ve devletin artık mevta olduğunu kabul etmek istemeyen müşterek inkâr mekanizmalarımızdı. Sonra şahit olduğumuz her şey bir mirasın yağmalanmasından ibaret. O miras azaldıkça kardeş-girişimciler birbirlerine düştü ve bütün bu aşamalar yaşanırken ortada kalmış cenaze çürümeye devam etti. Şimdi müteveffa devletin üvey oğullarından biri, bedenin nasıl çürüdüğünü, mirasın nasıl paylaşıldığını hikâye ediyor. Gözlerimizin önünde yaşanmış bir sahneyi anlatıyor aslında.
Yedinci videodan beri dinlediklerim çok ağır geliyor. Böğrüme bir öküz oturuyor, kalkmıyor günler boyunca. Mizahla hafifletmeye çalışıyorum yükü herkes gibi. Derken bir video daha geliyor ve öncekilerden daha ağırını söylüyor. Sanki dümeni takılmış ağır tonajlı bir gemi geriye çekilip çekilip çarpıyor üzerinde durduğum zemine. O zemin üç tarafı denizlerle çevrili, günün doğduğu yere kıçını, battığı yere burnunu dönmüş bir yarımada. Bilmediğimiz bir şey yok söylediklerinde. Yıllardır artık iyice eli kolu bağlanmış bulunan denetim kurullarının raporlarında, gazetecilerin yazdıkları için kimi zaman hapsedildikleri hatta öldürüldükleri haberlerde, Meclis’te önü genellikle iktidar partilerince kesilen soru önergelerinde ucundan kıyısından öğrenip yan yana getirmeye korktuğumuz şeyler hepsi. Korkumuzun sebebi de belli. Bu bildiklerimizle ne yapacağız, hangi merciye gidip adalet isteyeceğiz? Eğer suçluları yargılamasını, adaleti temin ve haksızlıkları bertaraf etmesini talep edeceğimiz bir merci ya da mecra yoksa, neyimiz var ki?
Hiçbir şeyimiz yok aslında yani. Ne canımız, ne geleceğimiz, ne de hayatımız teminat altında. Kolay mı bununla yüzleşmek? Değil. Yas evreleri arasında, fare tekerleğine hapsolmuş gibi koşturmaktayız birbirimize çarparak. Herkes kendi aldığı pozisyonun tekerleğin içindeki en sağlam zemin olduğunu sanıyor. Oysa kimsenin bir pozisyonu yok, ayak durabildiğimiz bile söylenemez. Giderek hızlanan tekerleğin içinde birbirimize çarparak koşuyoruz. Tekerleği döndüren çarkın zembereği çoktan dağılmış. Bizim bir yerde durduğumuzu zannederken koşma halimiz döndürüyor onu.
Bu çoktan tamama ermiş ölümle ve onun bedeninin çürümesiyle yüzleşmemiz lazım. Her yüzleşme bir kıyamet! Hayatımızı etrafında ördüğümüz çekirdeğin ne olduğunu öğreneceğiz. Ve her kıyamet bir yeniden doğuş müjdesi. Ama kıyamet olmadan yeniden doğulmayacak. Alametler çığ gibi. Gördünüz bak, babalar oğulları tanımıyor, ağabeyler kardeşleri. Tıpkı Nur Suresi’nin 24’üncü ayetinde dendiği gibi elleri, ayakları ve dilleri kendi aleyhlerinde şahitlik ediyor. Yalnız dil sürçmelerinden bahsetmiyorum. Kurulmuş düzenin eli-ayağı olduğunu itiraf eden bir üvey evlat konuşup teker teker anlatıyor. Sayfa sayfa bildiğimiz, çünkü kaydı beraber tuttuğumuz hesap defteri “kapatın beni, bu yük çok ağır, taşımayın” diyor. Üvey evlat sesleniyor oradan: “Helalleşeceğiz!” Helalleşme lafını her duyduğumuzda karşılık veriyoruz, “hesap soracağız!” Ama nerede, hangi mercide, nasıl kuracağız bu mahkemeyi? Savcılarımız kim olacak, yargıçlarımız kim? Adil olmalı bizim kurduğumuz mahkemeler. O halde kim savunacak hesap sorduklarımızı?
MUHALEFETİN ALAY KOMUTANLARI
Devleti en iyi bildiğini iddia eden insanlar, mevcut iktidarın devletten haberi bile olmadığını söyleyerek muhalefet ediyorlar senelerdir. “Böyle olmaz devlet, devlet böyle olunmaz, liyakat lazım.” Yani diyorlar ki bugün hükûmet edenlere, “siz beceremiyorsunuz, yönetemiyorsunuz, öyleyse sandığı halkın önüne koyun, hesabınızı kessinler.” Sonra bakıyorsunuz, namaza İslamcıların imamlık ettiği cenaze merasiminde aldıkları tavra. Öyle ya, yol yordam biliyorlar mı, hak-hukuktan haberleri var mı, görmek istiyorsunuz.
Ana muhalefet partisi CHP’nin Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, “Memleket yangın yeri, saraya bak, sanki memlekette hiçbir şey yok. Ağzını açıp tek bir kelime etmiyor,” diyor. Haliyle dönüp bakıyoruz, acaba kendisi ne demiş diye. O da ne “Bizim o taraklarda bezimiz yok” dışında bir şey söylememiş. Açmamış ağzını, ortaya dökülen pisliğin nasıl giderileceği ve bir daha böyle şeyler olmaması için ne yapılması gerektiğine kafa yorduklarına dair tek bir işaret, Allah rızası için, tek bir işaret vermemiş.
Bütün bu manzaranın başlıca aktörlerinden birinden İçişleri Bakanlığı’nı altı aylığına da olsa devralmış, geldiği siyasi gelenek itibariyle sağın tahayyülündeki devleti en iyi bilenlerden biri olduğu iddiasındaki İYİP Genel Başkanı Meral Akşener’e bakıyoruz. Kendisi anlatıyor: “Bu konular gündeme geldiğinde iki şey söyledim. Birincisi aile işlerine karışmıyoruz dedim. Göndermeydi. Herkes kulağının üstüne yattı. Bir sonraki adımda da şunu söyledim: ‘Sayın Erdoğan’a çağrımdır, Susurluk meselesi Doğru Yol Partisi’ni, Alaattin Çakıcı ve Türkbank meselesi de Anavatan Partisi’ni götürdü. Eğer siz milletin doğru dürüst ikna edilmesini, kalplerinin ikna olmasını sağlamazsanız siz de öyle diğerlerinin sonucuna katlanırsınız,’ dedim.” Halk TV’deki aynı yayında Susurluk’la 28 Şubat arasındaki bağlantıyı şöyle kuruyor: “Susurluk için temiz toplum, temiz siyaset, temiz ihale diye yola çıkan samimi insanlar birden bire aynı şekilde ‘irtica gitsin’e döndü. 28 Şubat geldi. Ondan sonra Susurluk’tan bahsedilemedi.”
Her iki parti liderine de sormak lazım değil mi? Ya arkadaş, madem her şeyi biliyorsunuz, her şeyin farkındasınız, sizin işiniz iktidara tavsiyede bulunmak mı? “Yapıcı muhalefet”in zamanı mı? Bununla mücadele edeceğim derken altında kalmaktan korkuyorsanız, sahi siz, neyin iktidarına talipsiniz? Deva ve Gelecek partilerini hesaba katmak isterdim elbette. Fakat onlar, üstlenebilecekleri yegâne siyasi rolü çoktan devletin üvey oğluna kaptırdılar. Nefis muhasebesi ve özeleştiri yapmakla yararlanacağını düşündükleri egoları onları kendi geçmişlerine hapsetti. Şimdi artık “yaa, işte biz bu yüzden terk ettik AKP’yi, gördünüz mü, neler neler neler olmuş? Yok biz bunları görmedik, duymadık, bilmedik” demekten öteye gidemiyorlar. Haliyle kimseyi inandıramayacaklar kendilerine. Şimdi artık gerçekten AKP’nin devamı olmak için yarışmak zorunda kalacaklar.
Tam da üvey evladın “şimdi karşınıza temiz siyaset diye çıkacaklar” dediği videonun ertesi günü giydiği beyaz gömlekle “temiz siyaset” kampanyası başlatan Davutoğlu’nun “siyasi dehası”nı çok da şey etmemek lazım sanki. Sahi, kısa da sürse bir başbakanlığınız vardı değil mi bütün bunlar olurken? Yok muydu yani hiç haberiniz? Devletin âlî çıkarları, deyip geçtiniz mi bir kalem? O da ne, devleti öldüren, öz evlatlarının babalarının hayrına yaptıkları kanunsuz işlermiş ve siz başka kanunsuzların çoktan ölmüş devletin bedenini kemirmesine göz yummuşsunuz meğer. O çok ululadığınız devlet geleneği, töresi, adabı, edebi zehrin ta kendisi imiş, öyle mi?
Babacan da şu kadarını diyebilmiş: “Deva Partisi tuğlaları çekmek için değil, tertemiz bir binayı yeniden inşa etmek için yola çıktı.” Hem de, tuğla çekme ifadesinin Uğur Mumcu cinayetinin hakiki faillerinin bulunmasıyla ilgili olduğu bu kadar ayyuka çıkmışken. Öyle mi? Bilmez miyiz? Yaptıklarınız kadar, gördüğünüz, bildiğiniz halde sustuklarınız da yapacaklarınızın garantisidir.
Buraya kadar siyasi yelpazenin “gerçekçi” ekibinden söz ettik. Daha evvel defalarca birbirleriyle koalisyon kurmuş, her seferinde kendileri hariç herkesi felakete sürüklemiş, sonra birbirlerini avlamak üzere kuşanmış olanlar. ANAP’ı, DYP’yi, sonra AKP’yi oluşturan eğilimlerin kimi yeni kimi eski temsilcileri. Devleti biliyorlar, tanıyorlar değil mi? Buradan sonraya nasıl yol alacağımızı da onlar bilir elbette, kim bilecek başka?... Onların bildikleriyle gittiğimiz yollar değil mi burnumuzu müsilajdan çıkarmayan?
Şunu akledecek feraset neden yok bu partilerde? ‘Şimdi, tam şu anda ortaya koyacağımız temizlenme ve hayatta kalma önerileri, yani hangi yolla, kurumlarla, ne türlü bir dayanışmayla bu enkazı kaldıracağımız konusunda vereceğimiz taahhütlerle güvenini kazanacağız kalabalıkların. Ancak böyle yürüyeceğiz iktidara.’ Siyasi dehaları mıdır paçalarına yapışıp, aman ha sakın karışma bu işlere, kendini yakma, diyerek atacakları adımlara mâni olan? Ne yani, çoktan ölmüş, bedeni böcekler tarafından kemirilmekte ve etrafına kötü kokulu salyalar akıtmakta olan devletin bu öz çocuklarının kafaları, her hafta bir tripod ve kameraya konuşarak yarımada ahalisine böceklerin ahvalini anlatan üvey evlat kadar çalışmıyor mu?
ÜTOPİK ROMANTİKLER (!)
Şimdi bir de herkesin çok romantik, ütopik, naif ve hayalci olmakla eleştirdiği, Türkiye’de iktidar olma şanslarının hiç olmadığı söylenenlerin ne yaptığına bakalım. EMEP, HDP, SOL Parti, TİP, TKP, TÖP ve Halkevleri tarafından yapılan açıklamadan:
“Bizler bu ülkenin emekten, ezilenlerden, yoksullardan, dışlanmaya çalışılan kesimlerinden yana olan güçler olarak bu kirli ittifaka karşı ortak mücadele etme çağrısı yapıyoruz. Halka karşı işlenen suçların tüm failleri ile siyaset, sermaye ve mafya üçgeninde girilen tüm gizli ve kirli ilişkiler açığa çıkarılmalı, sorumlular halkın önünde hesap vermelidir.
Siyasi egemenliğini bu baskı, terör ve yolsuzluk mekanizmasının üzerine kuran iktidarın, ortaya dökülen bu muazzam suçların hesabını kendiliğinden vermeyeceğini biliyoruz. Türkiye işçi sınıfı, emekçileri ve halk güçleri olarak örgütlü bir güçle hesap sormazsak ve sorumluların cezalandırılmasını sağlayamazsak iktidar çarkı bu çamurun içinden çıkmayı becerebilecektir.
Yargının gözlerini kapadığı bu talan düzenine karşı toplumsal itirazı, mücadeleyi büyütmek ve tüm gerçekleri ortaya çıkarmak için Türkiye halkları başta olmak üzere siyasi partilere, sendikalara, demokratik kitle örgütlerine ve toplumsal kesimlere çağrı yapıyoruz: Sesimizi yükseltmeli, itirazlarımızı büyüterek örgütlemeliyiz. Türkiye halklarına karşı tarihsel sorumluluğumuzla sesleniyor ve bu kirli ittifaktan kurtularak herkesi yaşanabilir bir ülke için seferber olmaya ve mücadele etmeye çağırıyoruz.”
Uzatmayayım sözü. Hangisi gerçekçi geliyor size, hangisi romantik? İktidara yakın duran Millet İttifakı’nın böylesi büyük ve herkesi kapsayan bir kriz karşısında, “Cumhur’cum gerekeni yap lütfen, bizi kendinle uğraştırma” demekten ibaret siyaseti mi, sol ve sosyalist partilerin “bu işin altından ancak dayanışma ve örgütlenmeyle çıkarız, herkes taşın altına elini koymalı, yoksa hep beraber yok olacağız” yaklaşımı mı?
“İkinciler nasılsa iktidar olamaz, çünkü bu ülke böyle” diyenlerdenseniz Millet İttifakı’na bu şekliyle, “ay ne olursa olsun, şunlar bir gitsin de” boşvermişliğiyle oy verecek ve çok kısa bir süre sonra onların da enkazın geriye kalanını yağmaladıklarına şahit olacaksınız. Fare tekerleğinin içinde inkârdan öfkeye, uzlaşmadan depresyona koşturup durma halimizi kabulleneceğiz. Sırf devletin öldüğünü, hatta onu “en çok seven”ler tarafından incelikle kurgulanmış bir cinayete hem de hepimizin gözlerinin önünde kurban gittiğini kabullenmemek için yapacağız bunu.
Tabii ki ikincilerden yanayım, hep öyleydim, onlar iktidara gelmese de oradayım, diyorsanız da tekerleğin dönmesine katkıda bulunmaktan başka bir şey yapmış olmayacaksınız. Bunu söylemek hiç kolay değil emin olun. Ama durum bu. İktidar olamamaya razı olacak zaman değil.
Üçüncü bir yol bulmak zorundayız hep birlikte. İkincilerin enerjisinin, haklılığının, yol-yordam bilgisinin, ölmüş devletin hayaletleriyle ve bedenine çöreklenmiş böceklerle mücadele deneyiminin, ilk gruptakilerin üzerindeki ölü toprağını silkeleyip atmasını sağlayacak bir yol. O yolun ne olduğunu bilmiyorum, hep birlikte bulacağız. Şu kadarını biliyorum, bu meseleye kafa yormadan yapacağımız her seçim, bizi birkaç yıl sonra şimdi bulunduğumuz açmaza sokacak yeniden.
Şuradan başlamak mantıklı geliyor: Devlet işlerinin bir aile ya da dostlar kumpanyası olduğunu düşünenlerle buraya kadar diyebilmeliyiz. Kamusal işler mevzubahis olduğunda benzerlerini ve yoldaşlarını kayıranlarla gidilecek yollar tükendi. Ellerine yüzlerine bulaşmış kirleri görmezden gelip, sözüm ona gönüllerindeki “iyi niyet”lerle idare edelim diye bizden güç dilenenlerle kaybedecek zaman yok. Buyursunlar, buluşsunlar masaların başlarında ayrım gözetmeksizin, devletin ölü bedenini kemirenlerin koydukları sınırlara takılmaksızın. Hepimizin gözü önünde akıllarındaki çareleri tartışsınlar, görelim bakalım çarede anlaşma becerileri var mıymış? İttifak pazarlıkları, sözleşmeleri, taahhütnameleri kendi aralarında kalmasın, hepimizin gözleri önünde yapsınlar eğer düzgün şeylerse onlar. Şahit olalım ki sonra taahhüde uymayanların cezasını da gene biz verelim. İşi böyle yürütmeye yüreği, görgüsü, devlet ve iş bilgisi yetmeyenlerle de vedalaşalım gitsin yol yakınken.
Ayşe Çavdar Kimdir?
Önce gazeteci, sonra akademisyen, bir süredir Almanya’da yaşıyor. Kent çalışmaları ve kültürel antropoloji disiplinleri içinden İslamcılık, milliyetçilik, dindarlık vb. konularla uğraşıyor.
Siyasi merkezi tarif etmek: Geleceğin eşiği 04 Ekim 2021
Kamu alemin derdi ve yok hükmünde bir itibar 27 Eylül 2021
Endişenizi nasıl alırsınız? 20 Eylül 2021
Kamu alemde bir hafriyat aracı: Utanç 13 Eylül 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI