Yasa yetmez! Hayvanları anayasal olarak korumak gerek!

Hayvanları korumak ve bu amaçla hukuken gerçekçi ve sağlam bir adım atmak isteniyorsa, bu meseleyi yasama çoğunluğunun takdirine bırakmak ve yasayla koruma getirmek yetmez. Söz konusu korumanın anayasal bir hüküm hâline getirilmesi ve hayvanlara dönük zulmün ceza yaptırımına tabi kılınmasının devletin pozitifi yükümlülüğü olarak düzenlenmesi gerekir.

Google Haberlere Abone ol

Tolga Şirin*

Türkiye’nin gündemi kolay değişir fakat içerik farklı olsa da konu başlıkları aşağı yukarı bellidir. Sosyal veya yasal adaletsizlik, cinsel veya etnik eşitsizlik sorunları ve laiklik karşıtlığı gibi meseleler bunlardan başlıcalarıdır. Bu başlıkların hemen hepsi, aynı zamanda anayasal sorunlardır. Son yıllarda bu klasik tartışmalara eklemlenen yeni bir süreğen meselemiz var: Genel olarak çevrenin, özel olarak hayvanların korunması sorunu.

Anayasa, çevre konusunda birden çok madde içerir fakat hayvanlar konusunda sessizdir. Bu yadırganacak bir durum çünkü hayvanların korunması konusu, 2000’li yılların Türkiye’sinin en önemli gündemlerinden birini oluşturuyor. Bir yandan hayvanların ticaret nesnesi olarak görüldüğü alanlar kanalıyla; diğer yandan, özellikle kedi-köpek gibi evcillere ve nesli tükenmekte olan türlere uygulanan vahşete karşı yükselen kamusal tepkiler kanalıyla devletin, hayvanları korumaktaki ihmalkârlığı bir şekilde gündemimize giriyor. Genel olarak hayvanseverlerin sosyal medyadaki görünürlüğünün artması, özel olarak da “hayvan refahı” veya “hayvan özgürlüğü” yanlılarının (geniş anlamda vejetaryen hareketin) güçlenmesi, bu gündemi canlı tutuyor ve iktidarın üzerinde belli bir basınç oluşturuyor.

Geçtiğimiz yıl, bu basınç sayesinde Emine Erdoğan (yetkili olmasa da) Hayvanları Koruma Kanunu’nda değişiklik yapılacağını açıkladı. AK Parti Grup Başkan Vekili Özlem Zengin de birkaç gün önce, artık yılan hikayesine dönen söz konusu değişikliğin 2021’in başında TBMM’de görüşüleceğini (bir kez daha) açıkladı. Kanun henüz Genel Kurula indirilmediği için, değişiklik taslağı hakkında değerlendirme yapmayacağım fakat vitesi büyüterek hayvan haklarının anayasal olarak düzenlenmesi gerektiğini ve bunun dünyada örneklerinin olduğunu ileri süreceğim.

DÜNYA ANAYASALARINDA HAYVANLARIN KORUNMASI

Batı bilim dünyasının son yıllardaki popüler eğilimlerinden birini hayvanlar oluşturuyor. Hayvansallığa dönüş (animal turn) olarak ifade edilen bu eğilim, hayvan-insan ilişkilerinin derinlemesine incelenmesine ve kendilik bilincine sahip olan hayvanların, ahlaksal, toplumsal, siyasal ve hatta hukuksal açıdan önemli sayılan deneyimlerine odaklanıyor ve bu çerçevede çok sayıda akademik çalışma üretiliyor. Türkiye’de de her geçen gün güçlenen ılımlı veya katı vejetaryen hareketin esintisiyle bu konudaki çalışmalar ivme kazanmış bulunuyor.

Bunun doğal olarak anayasa hukukunda da karşılığı var. Hayvanların korunması, bu eğilime koşut olarak (ve zaten süregelen dinsel, etik ve ahlaki normlar uyarınca) anayasalarda da düzenleniyor. Dinsel renkler, özellikle Doğu ülkelerinde daha çok görülüyor. Örneğin Hinduizm'in izlerini gördüğümüz 1976 tarihli Hindistan Anayasası’nın 48’inci maddesine göre:

“Devlet, tarım ve hayvancılığı modern ve bilimsel yollarla örgütlemeye çalışır; özellikle inek ve buzağı ile diğer sağmal ve yük sığırı ırklarının korunması, geliştirilmesi ve kesiminin yasaklanması için adımlar atar.”

Benzer biçimde, 2014 tarihli Mısır Anayasası’nın İslami esintili 45’inci maddesi ise devletin “hayvanlara dönük zalimliği önleme” ödevinden ve hayvanlara “rıfk” (Kuran’da da geçen “rıfk” kavramı nezaket, iyi huyluluk, yumuşaklık gibi anlamlar taşır) gösterilmesinden bahseder.

Doğu'daki bu dinsel referanslara nazaran Batı anayasaları, laik bir referansa sahiptir. Örneğin 1949 tarihli Alman Anayasası’na (özellikle araştırma ve tarım endüstrisi lobilerini arkasına alan sağ yönelimli partiler uzun yıllar direnç göstermesine rağmen) nihayet 2002’de eklenen hüküm şöyledir:

“Gelecek kuşaklara karşı da sorumlu olan devlet, doğal yaşam kaynaklarını ve hayvanları, anayasal düzen çerçevesinde yasama; yasalara ve hukuka uygun olarak yürütme ve yargı aracılığıyla korur (md. 20a)”

1999 tarihli İsviçre Anayasası’nın 120’nci maddesinin konuyla ilgili kısmına göre ise:

Devlet, hayvanların üremelerine ve genetik materyallerinin kullanılmasına ilişkin kuralları kabul eder. Böylelikle canlıların haysiyeti ile hayvanların güvenliğini dikkate alır; hayvan türlerinin genetik çeşitliliğini korur.

Almanca konuşan diğer ülkelerde de (örn. Avusturya [md.11: "hayvan koruma"] ve Lüksemburg [md. 11bis: "doğanın korunması"] anayasaları) benzer türden düzenlemeler vardır. Daha batıya gittiğimizde ise özellikle Brezilya Anayasası’nda (md. 225), konunun, çevresel koruma ile bağlantılı olarak düzenlendiğini ve “ekolojik olarak dengeli bir çevre hakkı” bağlamında hükûmete “faunayı ve florayı korumak, kanunda öngörüldüğü üzere ekolojik işlevlerini tehlikeye atan, türlerin neslinin tükenmesine neden olan veya hayvanları zulme maruz bırakan tüm uygulamaları yasaklamak” sorumluluğu yüklendiğini görürüz.

HAYVANLARIN YARGI KARARLARIYLA KORUNMASI

Bu hükümler süs olsun veya Anayasa daha “havalı” görünsün diye konmuş değildir. Hayvanların korunmasına dönük bu düzenlemeler -ne kadar zayıf olursa olsun- bir defa anayasalara girdikten sonra yüksek yargı organlarının kararlarını olumlu yönde etkilemiştir. Örneğin sondan başlarsak Brezilya Yüksek Mahkemesi'nin, söz konusu anayasa hükmünden “hayvanlara dönük kamusal şiddetin yasaklandığı” çıkarımı yapmış olması çok önemlidir. Öyle ki Yüksek Mahkeme, Brezilya’da Santa Catarina eyaletindeki “Farra do Boi” isimli (kızdırılan boğalarla güreşmeye dayanan) “kültür festivali”nin yasaklanmasını bu hükme dayanarak haklı çıkarmıştır. Benzer şekilde Kuzeydoğu Brezilya’da geleneksel olarak uygulanan “Vaquejada” (iki kovboyun bir boğayı, bindikleri atların arasına alarak sıkıştırdığı vahşet) "sporu” aynı hükme göndermeyle yasaklanabilmiştir.

Bu davalarda anayasal koruma hükümlerinin önemi açık seçik görülmüştür. Örneğin anılan kararlara karşı “kültürel haklar” savı ileri sürülmüştür. Etkinliği savunanlar, bu “festival”in 200 yıldır devam edegeldiğini, dolayısıyla azınlık haklarının parçası olduğunu iddia etmişti. Yani hayvanlara koruma getiren böylesi açık bir hüküm olmasaydı, anayasal azınlık haklarına karşı yasağı destekleyen anayasal bir hüküm bulmak güç olabilirdi. Hayvanların korunmasına ilişkin düzenlemenin Anayasa’daki varlığı, mahkemenin elini güçlendirmiştir.

Gerçi bu hüküm ve içtihat, hayvan hakları hareketi içinde de tartışmasız biçimde benimsenmiş değildir. Öğretide ve sosyal hareketler arasında, Brezilya Yüksek Mahkemesi'nin, zalimlik yasağını insanları merkeze alarak anlamlandırmış olması eleştirilmiştir. Mahkemeye göre "böylesi zalimlik pratiklerinin Brezilya toplumunun değerleri ve ilkeleri hâline gelmesi" meşru sayılamazdı. Söz konusu etkinlik, "Brezilya toplumunu olumsuz biçimde etkiliyor" idi. Yani mahkeme, hayvanları koruma içtihadını, "insan"ın haklarına dayandırıyordu. Bu yaklaşım, etik açıdan, hayvanların insanlardan bağımsız bir değer taşıyıp taşımadığı sorusunu havada bırakıyordu.

Söz konusu belirsizlik; hayvanların, kendine özgü deneyimleri uyarınca bağımsız bir hak öznesi sayılmaları gerektiğini düşünen çevrelerin (özellikle katı/köktenci vejetaryen hareketin) eleştirilerine konu oldu. Ne var ki hükümle ilgili kararlar derinleştikçe bu noktada yeni çıkarımlar türetildi. Örneğin "horoz dövüşleri" ile ilgili bir olayda mahkeme, bu dövüşlerin yasaklanmasını haklı çıkarırken, bu bağlamda “hazırlık ameliyatlarındaki anestezi eksikliği”ne ve horozların “normal cinsel yaşamına” izin verilmemesine gönderme yapabilmiş, dolayısıyla horozların yaşamlarına (en azından refahlarına) bağımsız bir değer atfedebilmiştir.

Benzer tartışmayla ilgili davalar Hindistan’da da gündeme gelmiştir. Hint Mahkemesi'nin bu bağlamdaki tutumu çok daha güçlü ve ilham vericidir. Örneğin Hintçede “Jallikattu” diye adlandırılan, kızdırılan boğalardan kaçma "spor”uyla ilgili davada mahkeme, Anayasa'nın “canlılara şefkat gösterme yükümlülüğü” getirdiğini ve böylesi bir etkinliğin anayasal yönden meşru sayılamayacağını söylemiştir.

Bu ülkede de karşı argümanlar yabana atılır türden değildir. Söz konusu etkinliklerin Tamil topluluğunun kültürel haklarının uzantısı olduğu ileri sürülmüştür. Ne var ki bu sav, aktarılan anayasal hükümlere göndermeyle bertaraf edilmiştir. Dahası Yüksek Mahkeme, hayvan özgürlükçülüğü ve refahçılığı sınırlarında gezen bir eğilim göstermiştir. Boğaların sürü hayvanı olduklarını, sürüden ayrıldıklarında sıkıntı yaşayıp bunu açıkça seslendirdiklerini ve uzun erimli anılara sahip olduklarını uzman raporlarına atıfla kabul eden Mahkeme, “türlerin yüksel yararı” olarak bilinen bir öğreti geliştirmiştir. Mahkemeye göre söz konusu dava, organizatörlerin, boğa terbiyecilerinin, boğa yarışçılarının, seyircilerin, katılımcılarının veya ilgili eyaletin bakış açısına, yani insanların gereksinimlerine göre değil; “türlerin yüksek yararı” gözetilerek çözümlenmelidir. Böylesi uyuşmazlıklarda hayvanların “refah”ının göz önünde tutulması gerektiğini düşünen mahkemeye göre davaya konu olan çatışma, sıradan bir menfaatle ilgili değil; insan evlatlarının, üzerinde hâkimiyet kurduğu duyarlı bir varlıkla ilgilidir.

Yüksek Mahkeme, bir başka kararında, bu yaklaşımın uzantısı olarak ve büyük olasılıkla Hindu çoğunluğu arkasına almanın konforuyla şunları söyleyebilmiştir:

“Bir sığırı, yaşlandığında yararsız görerek ve yaşamının büyük bir kısmında süt verip veya yük çekip sunduğu hizmetleri unutarak, yaşayacağı kalan kısa doğal hayatından alıp mezbahaya göndermek, kınanası bir nankörlük olur.”

Bu türden eğilimler, Avrupa’daki anayasa mahkemelerinin “hayvan refahı” lehine kararlarında da görülür. Örneğin Alman Anayasa Mahkemesi, tavukların tutulma koşullarıyla veya nalbantlık mesleğinin yerine getirilmesiyle ilgili düzenleme ve kısıtlamaları ya da zoofiliye (hayvanlarla cinsel ilişkiye) ceza yaptırımı getiren hükümleri ele alırken, herhangi bir insan hakkına gönderme yapmaksızın, doğrudan “hayvanların korunması” hükmüne başvurmuştur.

Bu yaklaşım, Almanya’nın komşu ülkelerindeki anayasa yargısında da karşılık bulmuştur. Örneğin Avusturya Anayasa Mahkemesi, köpeklerin evcil hayvan dükkânlarında (pet-shop) teşhir edilmesine dönük yasağın, girişimcilerin mülkiyet hakkını ihlal ettiği savını; bu yasağı, bebek köpeklerin (eniklerin) psikolojik ve gelişimsel ihtiyaçlarının gereği olarak haklı sayıp reddetmiştir.

İsviçre’deki içtihatlar ise çok daha devinimlidir. Anayasa’daki hayvanların “haysiyetinin” korunması hükmünün, hayvanların çıkarlarını ve refahını bütün bir hukuk sisteminde dikkate alma yükümlülüğü doğurduğu şeklinde yorumlayan İsviçre Yüksek Mahkemesi, maymunların bilimsel deneylerde kullanılmasına dönük yasakları (hayvansal deneylerin getirdiği zararın, bu deneylerden beklenen yarardan ağır bastığı düşüncesiyle) Anayasa’ya uygun bulmuştur. Mahkemeyi bu sonuca ulaştıran “refahçı” gerekçe, yetersiz ama olumludur:

“Hayvanların haysiyeti, insan haysiyeti ile eşitlenemiyor ve eşitlenmesi gerekmiyor olsa bile bu, aslında doğal canlıların, en azından bir dereceye kadar, insanlarla eşit önemde sayılmasını ve değerlendirilmesini gerektirir.”

Bu içtihadın en önemli yanı, sorunun “hayvan haysiyeti” başlığında ele alınmış olması ve bu yolla hayvanların fiziksel zarar görmediği ama (örneğin kıyafet ve saç stilleri yoluyla) aşağılandığı durumlara kadar uzanıp uzanmadığına ilişkin etik tartışmalara kapı aralamasıdır. Bu bağlamda, hayvanların somut olarak fiziksel zarar görmediği ama yükselen “stres düzeyleri” dahi dikkate alınmaya başlanmıştır.

***

Aktarılan örneklerin bize gösterdiği bir gerçek var. Hayvanları korumak ve bu amaçla hukuken gerçekçi ve sağlam bir adım atmak isteniyorsa, bu meseleyi yasama çoğunluğunun takdirine bırakmak ve yasayla koruma getirmek yetmez. Söz konusu korumanın anayasal bir hüküm hâline getirilmesi ve hayvanlara dönük zulmün ceza yaptırımına tabi kılınmasının devletin pozitif yükümlülüğü olarak düzenlenmesi gerekir. Kuşkusuz (burada tam olarak değinilmeyen) birçok ülkede olduğu gibi vahşi veya evcil bütün hayvanları doğanın parçası sayıp hayvan korumasını çevrenin korunması (Anayasa md. 56/1) ile ilişkili kılmak mümkün. Fakat böylesi bir yorum bile açık bir anayasa hükmünün yerini dolduramaz.

Yeni Kanun’u bu perspektifle karşılamalıyız.


Not: Özgürlükler Hukuku dersi için kaleme aldığım bu yazıyı, yaşlı Meks ile uzun zaman önce kaybettiğim Nâzım'a ve kısa zaman önce kaybettiğim Roza'ya -anılarını hep aklımda tutmak için- ve bana hayvan sevgisi aşılayan kahramanlara -mücadelelerine destek olmak için- ithaf etmek istiyorum.

*Doçent, Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Anayasa Hukuku Anabilim Dalı