Yasaklı alana adım atıldı
CHP genel başkanı Özel önce, “hop, bir dakika!” dedi. Askerlerin can vermesine yolaçan hadise hakkında Meclis’e bilgi verilmesini istedi. AKP sözcüsünün beylik numaralarla giriştiği suçlama faaliyetini de Özel, tam da muhalefete kapalı alana girme niyetini ilan ederek karşıladı; “terörle savaşan orduyu desteklemek başka, hükümetin hatalarını eleştirmek başka” dedi.
Irak’ın kuzeyindeki askerî harekâtta on iki askerin hayatını kaybetmesinin ardından CHP’nin yeni genel başkanınca takınılan tavır, Türkiye siyasetinde önemli hareket alanı açabilir. Şimdiye kadar kapalı tutulan bu alan, siyasetin yapılacağı asıl alandır. Ancak böyle bir değişim tabiî Özgür Özel’in “bildiri krizi”nin doğmasına yolaçan tutumunun yeni CHP yönetimince benimsenen bir çizgiye dayanması ve sürdürülmesi halinde mümkün olacak.
Mâlûm, Türk siyasetinin maalesef bol bulunmasına rağmen en kıymetli ve geçerli motifi “şehitler” sözkonusu olduğunda, biri hariç ezcümle parti ve siyasetçilerin yanyana (ardarda, peşpeşe… artık nasıl tasvir ediyorsanız) dizilmesi, olayların doğal akışına en uygun hadisedir. Bu diziliş öylesine yerleşmiş, kanıksanmış bir nizam içerisinde cereyan eder ki, başlar, boyunlar, kollar-bacaklar bir hizada, aynı pozisyonda durur, bakışlar aynı yere odaklanır, ağızlardan on bin sekiz yüz doksan altıncı defa dökülen benzer sözler, her vakada o ağızdan bu ağıza geçerek fakat toplamda hep aynı kalarak, birbirine dolanır, sesler topluca, büyütülmesine katılmayanın cezalandırılacağı uğultuya dönüşür. “Acımız büyük” müsameresi, bırakın büyüklüğü, acının zerresini hissettikleri şüpheli, kıçtan ısıtmalı (makam) arabalı, takım elbiseli, yüzüklü, ceberrut erkeklerle, riyakârlıkta onlardan aşağı kalmayan tayyörlü şirret kadınların puan toplamak için yarıştığı, uğursuz fırsatçılık oyununa döner. Kim daha çok haykırır, en batıcı-delici ifadeleri bulur, kim en tavizsiz, en kararlı gözükür, “terörü lanetleme” işinde öbürlerini alt ederse şüphesiz potansiyel linççi kalabalıklar gözünde kıymetlenecek, “cepte” sayılan tepki oylarından azıcık daha büyük pay kapacaktır, vesaire.
Siyasetçilerin “acımız büyük” oyununda iş “acımız”la sınırlı kalmaz. Öyle olsa, pısırık, güçsüz gözükülürdü. Burada oyunun, her defasında zorluk derecesi artan ikinci aşamasına geçmek gereklidir. Bu aşamada, “acımız”ın peşine hemen hıncımızı eklemek durumundadırlar. Fakat “asacağız, keseceğiz, işte şimdi bittiler, kahrolacaklar, bu yıl tamam” yollu sözler de hayattaki hemen her şey gibi sonsuz sınırsız değildir ve belki daha fenası, tekrarlandıkça inanılırlıkları azalmaktadır.
İşte, siyasetçi hünerinin yetersiz kalabileceği bu noktada devreye devlet geleneği girer. “Acımız büyük”-“bu sene tamam” ikilisine dayalı oyunun işleyebilmesini, ikinci ayağın inandırıcılık yitirmesi yüzünden doğabilecek zaafı bertaraf ederek, gelenek sağlar. Bunu nasıl yapar? İnandırıcılık etkenini devre dışı bırakarak. Türk siyaset geleneğinin görünmez kaynağında inanılırlık sorunu yoktur. Sözün inanılırlığı belirleyici değildir. O sözün söylenmesi ve başkasının söylenmemesi hususunda, gerçekte bir talimat olan millî mutabakat geçerlidir. “Şehitler” kavramının kullanıldığı yerde herkesin hangi sözün arkasında, kimlerle yanyana -ardarda, peşpeşe- duracağı tanımlıdır. “Anayasa’ya aykırı ama evet diyeceğiz” başlıklı bir kompozisyon ödevi bu aşamada zihni yeterince açılmamış olanlar için güzel bir idrak idmanı olacaktır.
“Şehitler”, bir döngü de sayabileceğimiz akış içerisinde, gerçekten hayatlarını kaybetmiş genç adamlar olarak, ruhları ve artık cansız bedenleriyle yeralmazlar. Tamamen kavram olarak yeralırlar. Muktedirler için sadece verilecek demeçler, yaratılacak atmosfer, sıkılaştırılacak bağlar, tahrip edilecek şahsiyetler, cenazede tertiplenecek gösteriler, oyunlar açısından önem taşırlar. Gömüldükleri anda artık yokturlar. Fakat kavram niteliğiyle varolabildikleri kısa zamanda, sırf siyasetçi kastı seviyesinde de değil, daha derinde, -bu nedenle daha yüksekte!- yeralan bir gücün yanında -ardında, peşinde- hizalanılmasına yönelik talimatın şifresi gibi muamele görürler. Bu, değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek ilkedir. Ve bir ayağını o mâhut seviyeye basmak sûretiyle kendini güvenceye almış, benzersiz tahakküm kudretine kavuşmuş mevcut iktidar, geleneksel olarak siyasetçiden esirgenen bir alana girip çıkabilmenin imtiyazlılığıyla, rakiplerini yanına -arkasına, peşine- dizmeyi beceregelmiştir.
Zira “şehitler”in sözkonusu olduğu yerde kimse geleneği, yerleşiği, alışılanı, siyaset üstü talimat gereği olanı tartışma cesaretini gösteremez. Ki, dün Özgür Özel başkanlığındaki CHP’nin yaptığı işte bu.
AKP-MHP, bütün siyaset alanındaki -dolayısıyla devletteki, ülkedeki- hakimiyetlerinin bir vesileyle daha tanınması anlamına gelecek bir adımla, TBMM’deki partilere bildiri imzalatmak istediler. CHP genel başkanı Özel önce, “hop, bir dakika!” dedi. Askerlerin can vermesine yolaçan hadise hakkında Meclis’e bilgi verilmesini istedi. Bu, göründüğünden çok büyük adımdı. Çünkü alışılan, siyasetçinin karışması men edilen alana ait hadisenin tamamen ordunun tasarrufunda oluşu, AKP-MHP-devlet koalisyonunda bunun MİT’i ve dar bir siyasîler elitini kapsayacak şekilde azıcık genişlemiş bulunuşu, siyaset erbâbının, hele muhalefetin bu alana dair soru sorma, bilgi alma hakkının varolmayışıdır. AKP sözcüsünün beylik numaralarla giriştiği suçlama faaliyetini de Özel, tam da muhalefete kapalı alana girme niyetini ilan ederek karşıladı; “terörle savaşan orduyu desteklemek başka, hükümetin hatalarını eleştirmek başka” dedi. Az buçuk işlerliği olan parlamenter rejimde aksi düşünülemeyecek bu son derece olağan vaziyet bize parlamenter rejim zamanlarında dahi çok görüldüğünden, birçok insan Özel’in bu çıkışı karşısında şaşkınlığa düşmüş olabilir. Hattâ bizzat CHP’liler bile, “Girilmez” levhalı bir kapıyı uygunsuz şekilde zorladıkları duygusuna -tedirginliğine- kapılmış olabilirler.
Yeni CHP genel başkanı, askerî harekâttan -eğer devleti asker yönetmiyorsa- iktidardaki siyasetçilerin sorumlu olduğuna ilişkin ilkeyi ortaya sürmekle kalmadı, “şehitler”in siyasî kullanımına dair herkesçe bilinip de bir türlü hakkınca teşhir edilmeyen hakikate de işaret etti. AKP sözcüsünü “çok kolay siyasete alışmış” olmakla itham etti, “Bugün ezberi bozulduğu için ne diyeceğini şaşırmış,” dedi. Seçilen sözlerin başlıbaşına, yukarıda andığım geleneğe, yerleşik alışkanlıklara gönderme işlevi taşıması, Özel’in sözlerini herhangi bir karşılık olmanın ötesine taşıdı: “kolay siyaset” ve “ezber”den kastın ne olduğunu kurcalamaya kalkanın kendini birden siyasetçi için girilmez, siyaset için dokunulmaz alanda bulacağı ortada.
Özel bir adım daha ileri gitti. Basbayağı, “Bundan sonra öyle yağma yok,” dedi. Bunu elbette bilemeyiz. Kendisi, ordu üniformasıyla işlenmiş bâriz suç hakkında konuşulurken “gözbebeğimize söz söyletmeyiz!” diye ortaya fırlayan yıllanmış siyasetçilerin köşe bucağını pek iyi bildiği bir partinin başında. Bir askerî harekâtın pekâlâ seçilmiş siyasetçilerce tartışılabilir, eleştirilebilir sayılmasını yadırgayacak kadrolar bol o partide. Seçmen bile yadırgayabilir. Mazallah, “bizim acaba bu kadarına hakkımız var mı?” kaygısına, siyasetçiye yasak sahada fazla dolaşılırsa başına sahalarımızda görmek istemeyeceğimiz türden işler gelebileceğine dair korkulara kapılabilir.
Oysa Türkiye’de siyaset o yasaklı alana giremezse hiçbir iktidar değişimi bu toplumu selamete kavuşturamaz. Ve bunun için öncelikle kitlesel etki doğuracak bir haysiyet ve şahsiyet siyaseti lazım. Biz geleneksel siyasetçiden bu yönde hemen hiçbir girişim görmeyiz. Bu yüzden, Özgür Özel’in dünkü davranışının sahici bir değişim adımına işaret olup olmadığını merak etmemiz doğal. CHP’nin her türlü değişim ihtimalini sessizce kemirip yok edebilecek bir yapı, bir mekanizma oluşu, yaşananın içerdiği imkânı derhal yok saymayı gerektirmiyor.
Ve elbette “şehitler” kavramıyla ilgili asıl büyük hakikate yönelik kısa bir hatırlatmayı bu bahse eklemek gerekiyor. Çatışma, kontrol edilebilir, fazla yayılmayan savaş hali, gerçekteki halin kendisinden daha önemli olmak üzere, ruh hali anlamıyla, bizim AKP öncesinden gelen asıl çekirdek devlet rejimimizin temel dayanağı. İç düşman motifi olmaksızın sürdürülmesi imkânsız bir devlet-toplum ilişkisi bina edilmiş. Zaman zaman memleketin biryerlerine “ateş düşmesi”, yani “şehitler” kavramı, sözkonusu ruh halinin dayanıklılığı bakımından elzem. Devletin güçsüzlüğüne işaret olmadığı sürece, millî birlik-bütünlük duygularını ayağa kaldıracak her hadise, toplumu asıl iktidara bağlayan bağları güçlendirecek, sıkılaştıracak vesile olarak görülür ve değerlendirilir. İstenirse buna cenaze protestoları, “Meclis”te terörist istemiyoruz” eylemleri gibi daha doğrudan siyasî ataklarla daha dinamik içerik, daha geniş kapsam ve somut sonuçlar da kazandırılabilir.
Şunu unutmayalım: Genç insanların savaş alanlarında can vermesi yönetenlere sahiden “büyük acı” veriyorsa bunu önlemek için uğraşmaları beklenir. Görüyor muyuz böyle bir çaba? Belki bugünün gençleri -nedense artık eskisi kadar da tekrarlanmayan- “terörü bitiriyoruz” laflarına kanıyorlardır, bilmiyorum. Ama epey zamandır aklı ererek bu ortamda yaşayanlar, büyük acı, vatan, bayrak, terör, lanet… laflarının kâh öyle kâh böyle üstüste yığılmasıyla meydana gelen yükü onyıllardır sırtımızda taşıyoruz ve belkemiğimizden, dizlerimizden evvel ruhumuz, vicdanımız eciş bücüş oldu.
Hakikatten ve iyilikten kaçarak nereye kadar? Kimbilir, belki de CHP’de birileri nihayet buna benzer bir soruyu yüksek sesle sormaya karar vermişlerdir. Umalım.