Yaşam hakkını savunmaya gerilemek: Hatay, hayat ve hayvanlar

İnsan onuruna yakışır yaşam talebi de bir direniş, bir mücadele gerektirmesin artık, bir arpa boyu yol almış olabilelim. Bizim payımız yaşarken mücadele etmek değil, mücadele ederken yaşamaktır belki.

Fotoğraf: AA
Google Haberlere Abone ol

Her şeyin, her anın, aldığımız her nefesin yakıp boğduğu bir dönem… Hayvanları katletme yasası bir yandan, kadınların bin bir güçlükle ve azimle elde ettikleri haklarını, kazanımlarını gözlerinin içine baka baka gasp etme çabası diğer yandan, orman yangınlarının doğada ve doğamızda yarattığı tahribat öte yandan, "deprem" kelimesinin rant, fırsat, gasp ve duyarsızlaşma, yok sayma, müstehak görme gibi irili ufaklı şeytan üçgenlerine kaptırılması ve fakat "depremzede" gerçeğinin kabak gibi ortada durması beri yandan, aynı ya da farklı artık fark etmeksizin insanların ekonomik, politik, sosyal, kültürel, sanatsal hayatlarının ve haklarının kum taneleri gibi ellerinden kayıp gittiğine şahit olmaları da bambaşka bir yandan. Sahi, dünya kaç bucaktı? Belki de dünyanın kaç bucak olduğu maruz bırakıldığımız zulümle ölçülüyordur, yoksa neden "güçlü"nün elinde bir tehdit cümlesi olsun, değil mi?

Gittikçe agresifleşen, kolaylıkla öldürebilen, hesap da vermeyen, daha da kötüsü artık tüm bunlar için kendine bir zemin kurma ihtiyacı da telaşı da hissetmeyen bir Türkiye'ye dönüştü ülke. Günden güne gevşetildi kimi halkalar, günden güne aşıldı kimi eşikler, günden güne kaybedildi kimi mevziler, kazanımlar, haklar ve, tabii, hayatlar! Bunların her biri birbiriyle ilişkili derken basitçe bir retoriği tekrarlamıyoruz, karşımızda imtiyaz tanındıkça güçlenen bir sistem olduğu için şimdilerde, en temel hak olan yaşam hakkını bile savunmak durumunda kalıyoruz. Yaşam hakkı tüm canlılar içindir, diyoruz çünkü dün Madımak yaşanabildiği için bugün kadınları, LGBTİ+ bireyleri, mültecileri çok rahat öldürebiliyorlar. Bugün Aleviler, kadınlar, LGBTİ+ bireyler, mülteciler gibi madalyonun "öteki" yüzünü oluşturan kimlikleri çok rahat öldürebildikleri için hayvanları da öldürebileceklerini düşünüyorlar. Yarın hayvanları çok rahat öldürebilecekleri için sırada bilin bakalım ne/kim var? Nasıl haklar birbiriyle ilişkili, birbirine bağlı ve bölünemez ise hak ihlalleri de birbirinden bağımsız düşünülemez; şimdi her canlı için birincil olan "yaşam hakkı"nı savunma aşamasına gerilediğimize göre, çoktan olması gereken nitelikli yaşam hakkına veya Nihan Kaya’nın kullanımıyla “var olma hakkı”na erişim ihtimali de bizim büyük çaresizliğimiz olarak burada dursun.. Bir yerde kendiliğinden bitecek, duracak, doyacak zannediyorsanız yanılıyorsunuz. Kanıt gerekiyorsa tarihe bakın, değil durmak, çıtanın her defasında yükseltildiğini görürsünüz. İlerleme insan doğasına içkin ve fakat her zaman iyiye doğru olmak zorunda değil, nitekim insan doğası da her zaman ve pûr iyi değil.

Gönül isterdi ki Hatay'ın Anavatana Katılışı'nın 85. yıl dönümünde gene aklıma "mozaik", "künefe", "medeniyetler beşiği", "Daphne", "Çan-Hazan-Ezan" gibi anahtar kelimeler gelsin ve sizlere onlardan bahsedeyim. Ama ilk iki paragrafım aklıma neler geldiğinin kısa bir özeti olsun. Bir yanım depremden sonra (D.S.) hayatımın kalanının deprem gerçekliğinden ibaret olacağını; demem o ki, bir daha hiç deprem dışı konuları konuşamayacağımı, depremle ilgili olmayan haberleri okuyamayacağımı, depreme yönelik olmayan mücadelelerin, araştırmaların, çalışmaların içinde var olamayacağımı, depremden etkilenen iller/insanlar/yapılar ve/veya depremle ilgilenen iller/insanlar/yapılar değillerse onlarla ilişkilenemeyeceğimi hisseder ve karanlığın en dibine çekilirken diğer yanım, eşzamanlı olarak, bugün başımıza gelen her şeyin birbiriyle bağlantılı, birbirinin ardılı, nedeni ve sonucu olduğunu çok iyi bildiği için öfke ve isyan dolu. Fakat bu bilgi, çok uzun süre, deprem dışı bir paylaşım yapmamı kendiliğinden sağlamadı; örneğin Gazze'ye, Gazze'de yaşananlara tamamıyla kayıtsız kalamadıysam da üzüntüm öfkeye, aktivizme dönüşemedi. Bunu ister acının yoğunluğuna ve yorgunluğuna ister acı kapasitesinin hacmine ve doluluğuna ister yas sürecine ister deprem ve savaş gerçekliğinin benzerliğinden doğan tetiklenmelerden- mümkünse- kaçışa verin, nitekim her biri doğru ama bu durum sadece bireysel bir sürece indirgenebilecek kadar kolay izah edilebilir mi emin değilim. Hadi daha açık olayım; bu yalnızca bana aitmiş gibi görünen his/deneyim/süreç aslında yalnızca bana ait değil, özel olduğu kadar da politik elbette! Bizler, insanlar olarak, her canlının temel hak ve özgürlüklerini tanımaya, korumaya, savunmaya olduğu kadar yaşamaya ve “var olmaya” da geldik diye düşünüyorum ama günün sonunda kendimizi her an ve alanda gerek yapılar gerek bireyler eliyle alenen ve pervasızca gerçekleşen hak ihlallerini engelleyeceğiz diye paralanır ve parçalanırken buluyorsak burada sizce de bir sıkıntı yok mu? Hayatlarımız birey, özgün ve kendimiz olduğumuz, kendimizi gerçekleştirdiğimiz ve bu yol ile topluma katılıp katkıda bulunduğumuz yaratıcı yaşantılar olmaktan ziyade bir ihlalin/mücadelenin/direnişin getirdiği tükenmişlik ile bir sonraki ihlal/mücadele/direniş için iyileşme, toparlanma, güç kazanma çabası aksında akan kamusal, ipotekli ve zorunlu yaşantılara dönüşmüş durumda. Tuttuğumuz ve tutamadığımız yaslarla alıyoruz yaşları. Elbette onu "yaşantı" yapan ve- en azından- akmasını sağlayan yine "dayanışma" ama dayanışma dayanmak’tan, dayanmak da dayamak’tan geliyor, dayamak dayatma’ya gittiği için dayanmaya ve sonra dayanışmaya çalışıyor ve çabalıyoruz. Anlamlı ve onurlu bir yaşam’a, mücadele ve direniş üzerinden romantik bir güzelleme yaparak bağlayabilirim burayı ama yapmayacağım, insan onuruna yakışır yaşam talebi de bir direniş, bir mücadele gerektirmesin artık, bir arpa boyu yol almış olabilelim, yol alışı kaplumbağa hızıyla ölçerken alınan yollardan dönüşü ışık hızıyla ölçmeyelim. Sürdürülebilirlik yalnızca kalkınma için, yalnızca kentler için, yalnızca yapılar için değil, insan onuruna yakışır bir yaşam için de önemli bir kriter. Yukarıda sözünü etmiştim, Nihan Kaya insanın yaşam hakkına ek olarak var olma hakkından da bahseder Yüzmek, Yaşamak ve Olma Arzusu kitabında, çünkü hepimizin yaşadığını fakat hepimizin var olamadığını, var olamadığımız bir yaşamanın da aslında yaşam olmadığını savunur (2022).* Haklıdır ve fakat şimdilerde yaşam hakkı bile tanınmaya, korunmaya ve savunulmaya muhtaçken var olma hakkı korkarım hayli uzak bir hayal olarak havada asılı durmakta. Buna rağmen, yaşam hakkı gibi, var olma hakkı da bizimdir. Bizim olduğu kadar hayvanların, hayvanların olduğu kadar kentlerindir de. Kentler tarihiyle, mimarisiyle, mutfağı ve kültürüyle canlılardır, yaşarlar ve … Ve tahmin edersiniz, Hatay şimdilerde iyi olmanın çok uzağında, kendini yokluktan, doğal olarak da kendinden var etmenin yanı başında. Tıpkı her birimiz gibi. Bunu hatırlatmak ve tekrarlamak şu sıralar yorsa da: Mücadele tek ve evet, yine bize düşüyor. Bizim payımız yaşarken mücadele etmek değil, mücadele ederken yaşamaktır belki de.  

Anavatana katılışın kutlu ve daim olsun Hatay, sevgili Tuğçe Tezer’in deyişiyle “Yalnız değilsin, iyileşeceksin.”


* "Var olma coşkusunu kendimizi yarattıkça ve o yaratıcılık üzerinden yaşarız. Yarattığımız kadar varızdır. Yarattığımız ölçüde yaşadığımızı duyarız içimizde." (2022:40) Kaya, N. (2022) Yüzmek, Yaşamak ve Olma Arzusu. Eksik Parça Yayınları.