Yaşamın ikinci yarısında gerçekten büyür müyüz?
James Hollis'in 'Yaşamın İkinci Yarısında Anlam Arayışı: Sonunda Gerçek Anlamda Nasıl Büyürüz?' isimli kitabı, felsefeye de uzanarak okurları bir anlam arayışı yolculuğuna çıkarmayı amaçlıyor.
Beste Nâsır
“Ben bu saç değilim,
Ben bu ten değilim.
Ben içinde yaşadığım ruhum."
Rumi
Günümüz dünyasında, hele de içinde olduğumuz her bakımdan zorlayıcı, sınırlarımızı her gün daha fazla daraltmak zorunda kaldığımız bu dönemde, anlam arayışımız, hem kendi içimizde hem de içlerine girdiğimiz ortamlarda, yaptığımız iş ya da işlerde, sürdürdüğümüz ya da sürdürmeye çalıştığımız her türden ilişkide anlamı yakalayabilme ihtiyacımız, giderek artıyor. Şimdiye kadar anlam sorununu pek de odakta tutmayanlar bile bu süreçte -hem henüz içinden tam olarak çıkamadığımız pandemi süreci hem de bu aralar düzeyi çok daha fazla artmış bir halde karşımızda duran ekonomik, psikolojik, toplumsal ve/veya siyasal sorunların tamamı birlikte düşünüldüğünde- insan olarak her birimizin anlam arama ve bulabilme çabamızın hem kendi içimizde hem de içinde kendimizin de yaşadığı bu hayatta ne kadar büyük bir yere sahip olduğunun çok daha iyi bilincinde olabilmişlerdir sanırım.
Jungcu psikanalist James Hollis'in 'Yaşamın İkinci Yarısında Anlam Arayışı: Sonunda Gerçek Anlamda Nasıl Büyürüz?' isimli kitabı da yer yer felsefeye de uzanarak bizi, en çok da yaşamının ikinci yarısındakileri -artık kırklı yaşlarına gelenleri ve tabii kırklı yaşlarını geçmiş olanları da- insanın en temel ihtiyaçlarından olan işte bu anlam arayışı yolculuğuna çıkarıyor. Hayatın her şeyi yok eden, ezip geçen bu çok hızlı akışında bazen bir gece yarısında bölünmüş uykumuzu tekrar devam ettirebilmek için uğraşırken, bazen sabah uykumuzu tamamlayıp güne başlamaya hazırlanırken, bazen gün içinde her günkü rutin işlerimizi tamamlayıp kendimize ait zamanın içinde kendi kendimizle yüzleşirken ve hatta bazen de her şey olabildiği kadar yolundayken aklımızda belki de tek sözcük dolanır durur: Anlam. İnsan olarak her birimizi yaşama bağlayan, yaşamda tutan, yaşamımızı devam ettirmek istememizde ve yaşamımızı devam ettirebilmek için de çabalamamızda rol oynayan tek sözcük işte budur; çünkü, aslında, yaşarken karşılaştığımız bütün acılara, zorluklara, olumsuz deneyimlere rağmen yaşamımızın amacı, belki de zaman zaman hepimizin zannettiği gibi mutluluk değil anlamdır.
Yaşarken, hayatın farklı alanları da göz önüne alındığında, eylemlerimizin ya da davranışlarımızın bir anlamı olması, o andaki mutluluğun ya da mutsuzluğun ötesinde, tek tek insanlar olarak her birimize hem kendi yaşamımızın hem de içinde yaşadığımız, bütün gerçekliğiyle karşımızda duran, bizi her defasında mücadeleye zorlayan bu hayatın değerli, yaşanmaya değer olduğunu gösterir.
EGO İLE RUH ARASINDA İNSAN
James Hollis, insanın anlam arayışında daha çok kırklı yaşlara gelip yaşamın ikinci yarısına geçildiğinde orta yaş kriziyle de birlikte rahatlıktan, güçlenmekten, ait olmaktan, düzenden, kontrolün ve güvenliğin sağlanmasından oluşan egonun gündemine değil de bütün amacı egoyu aşan hedefleri gerçekleştirmek, gerçekten kim olduğumuzu ortaya koymak, kendi gerçeğimizi kendimize ve “dünya”ya söylemek olan ruhun gündemine odaklanılmasının yol gösterici olacağından söz eder; daha doğrusu, hayatın bu dönemlerinde ruhumuz bizi kendi gündemine odaklanmamız için sürekli zorlar. Bu, ruhumuzun bize yaptığı bir tür çağrıdır ve ruh da iyilik, rahatlık ya da uzlaşmayla değil bütünlükle ilgilenir. Bütünlük ya da bir bakımdan var oluşsa “(...) bu kısa, eşsiz, derin köklü hasadı son damlasına, tortusuna kadar yudumlamak” demektir. Yine Hollis'in sözüyle ifade etmek istersek, “(...) çünkü hepimiz bu dünyaya hakikatin bize ait olan küçük parçasını eklemek ve var oluşun bu koca mozaiğine kendi rengimizi katmak için geldik.”
GÜNLÜK HAYATIN PSİKOPATOLOJİSİNİ ATLATABİLME
Ne var ki, ruhumuzun gündemine odaklanabilmek, yaşamımızdaki acılara, zorluklara, mücadelelere tahammül göstererek hayatlarımızdan tat alabilmek, ruhumuzun bize yaptığı çağrının sesine cesaretle karşılık verebilmek ve gerçekten içimize bakabilmek için pamuk ipliğiyle bağlı olduğumuz, zaman zaman -belki de bu aralar çoğunlukla- kaygı ve belirsizlikle baş başa kalabildiğimiz, kendi yolumuzu bulabilmek için sürekli çırpındığımız biricik, kendi tekliği içinde durmadan akış halinde olan yaşamımızda, elimizden geldiği kadar ve tabii gücümüz dahilinde, tam sorumluluk almamız ve başkalarını suçlamayı bırakmamız gerekir. Büyümek ya da olgunlaşmak da işte tam olarak buna karşılık gelir.
Hollis'in “günlük hayatın en derin psikopatolojisi” olarak adlandırdığı şeyse büyümenin ya da olgunlaşmanın tam karşısında konumlanır. Kışkırtılmak, kolayca baştan çıkarılmak, bilincimizle, kendimizle ya da kendi biricik/tek yaşamımızla ilgili tüm sorumluluğu almaktan sürekli kaçmak, kendi hayatımızı inşa edebilmek için her gün elimizden gelen bütün gücü ortaya koyarak “kaya”mızı daha tepelere taşımaktan vazgeçmek, bunun için çalışmamak, çabalamamak, ruhumuzun bize sürekli, tekrar tekrar yaptığı çağrıdan kaçmak günlük hayatta pek çoğumuzun yaptıklarını yapmak demektir ve böyle yaşamak da “günlük yaşamın en derin psikopatolojisi”nde sürekli takılıp kalmak, bu psikopatolojinin içinden hiç çıkamamak ya da belki de çıkmamaktır, çıkmak istememektir.
'ÇÜNKÜ DÜNYAYA BUNUN İÇİN GELDİM'
İşte, Jung'un psikoloji literatürüne kazandırdığı bireyleşme kavramı ya da Jung'un görüşünde bireyleşme düşüncesi de -bireysellikle karıştırılmadan- bu metinde buraya kadar söz ettiğimiz ve bu metnin oluşturulmasında ana amaç olan bir yolculuk olarak karşımızda duran yaşamımızdan tat alabilmek için, hayatımızı mümkün olabildiği kadar doya doya yaşayabilmemiz için, yine mümkün olabildiği kadar yaşarken derinliğin ve anlamın izini sürebilmemiz için yani ruhumuzun gündemine odaklanabilmemiz için çok temel bir zemin hazırlar; çünkü bireyleşme düşüncesi, kim olduğumuz ya da kim olacağımız hakkında tam sorumluluk alarak, gerçekten olmamız gereken kişi olma yolunda ömür boyu süren bir yaşam pratiğidir, bir yaşam deneyimidir ya da yaşamımızın en temel projesidir; benliğimizin her birimize işaret ettiği o üst hedeflere odaklanabilmektir, o hedefleri hayata geçirebilmektir. Gerard Manley Hopkins tam da bütün bunları anlatabilmek için dizeleriyle şunları söyler:
“Her ölümlü aynı şeyi yapar:
Herkes içinde taşıdığı varlığı dışa vurur.
Her benlik kendi yolunda gider, kendinden bahsedip kendini dile getirir.
Ben yaptığım şeyim, çünkü dünyaya bunun için geldim diye seslenir.”