YAZARLAR

Yaşamın yanmasını bekleyenlerin parça parça hikayesi

Süreyyya Evren’in, Can Yayınları tarafından basılan 'Ortadoğu’da Bir Ülkenin Acil Durum Alarmı', Türkiye’nin yakın tarihine kendi üslubunca bakan eleştirel bir roman. Kitabın anlatısı parçalanmış bir benlikle var olmaya çalışanların durumunu yansıtırcasına parça parça yansıyor okura.

"Her şey büyülü olmak zorundaydı Büyük Yangınlı ülkemizde. Büyülü olmak bir ayrıcalık, bir ekstra, bir değer değildi. Bir mecburiyetti. Uğraşan, didinen yazarlar dahi büyülü gerçekçi olamıyordu çünkü gerçek büyülü olmak zorundaydı zaten. Dehşetli bir yangının eriyik gözyaşları akmıştı üzerimize…"

Süreyyya Evren son kitabı, 'Ortadoğu’da Bir Ülkenin Acil Durum Alarmı' kitabının sonlarına doğru kuruyor bu cümleyi. Kitap, "Büyük Yangınları" eksik olmayan coğrafyamızdan sesleniyor okura, yangını bekleyen, yangınla yaşayan hep bir felaketten kalmış olanların yakın tarihinden. "Büyük Yangınlı" ülkelerin insanları için büyülemenin "mecburiyet" olduğu bir yer burası, "dehşetli yangınların eriyik gözyaşları" üzerimizden elini eksik etmezken, hayatta kalan için her şey o kadar gerçekken, o gerçeği katlanılır kılmanın bir yolu çünkü büyü arayışı… Bu hem kurmaca metinler için hem de hayat için "mecburi", yoksa insan nasıl yaşardı, bildiğimiz gerçekliği bize tekrar tekrar anlattığında hikaye nasıl devam ederdi?

Evet, kitabın seslendiği yer yaşadığımız coğrafya, anlatılanları hayatla kesiştirmemiz yer yer mümkün. Ancak Evren’in yarattığı çoklu kurmaca evreninde gerçekliğin bildik kuyusuna dalmıyoruz, en fazla yaklaşabiliyoruz. Metin, farklı türleri bir arada düşünebildiğimiz, karakterlerin gerçek olduğu kadar mitolojik olabildiği, Siborglardan, Hamamböceklerine kadar hatta yazarın kendisinin de bir karakter olarak varolabildiği geniş bir dünya kuruyor. Evren’in 'Başbakanın Krallığı'ndan (2014) sonra kendisini tekrar dahil ettiği ama bu sefer öfkesini, hislerini daha çok yansıttığı bir kitap da diyebiliriz fikrimce metne.

'Orta Doğuda Bir Ülkenin Acil Durum Alarmı', bir felaket dönemi anlatısı. Geçmişi, şimdiyi, geleceği belirsizleştiren, iyinin kötünün anlamsızlaştığı, umutların yerini kaygıya bıraktığı, insan, doğa, hayvan her şeyin, herkesin yıkımdan payını aldığı bu nedenle öfkenin o diri tutan yanının da işe dahil olduğu bir roman.

MATRAK AMA…

Memleketin yakın tarihinden bahseden bir romanın atmosferinin karanlık olmasını bekleyebiliriz. Genel olarak düşünüldüğünde de sert, eleştirel bir metin bahsettiğimiz ama tüm bunların yanında matrak bir yanı var. Metnin bu özelliği belki şöyle yorumlanabilir: Öfkenin ve acının olmadık anlarda kahkahayı çağırdığı olur mesela, bir cenaze merasiminin ortasında nedensizce gülümseyiverirsiniz, kendinize hakim olamazsınız. Ortamın yapısını bozan bir gülümsemedir o; cenazenin karanlığını dağıtmaz, oraya ait değilmiş gibi görünür ama oradadır. Her şeye rağmen devam eden bir hayatı ima eder belki çünkü o gülümseme anında kendinizi durduramadığınız gibi hayatın akışını da durduramazsınız. Metin hakkında düşünürken o ironik gülümsemenin böyle bir anlamı olabileceğini hayal ettim.

ÜLKEYİ BİR GECEDE YAKMA PLANI

Kitap, "KUNPAR" adlı bir partinin ülkeyi bir gecede yakma planı nedeniyle yaşanan olayları anlatıyor, kimseye eylemin sebebini sorma hakkının verilmediği, soru soran herkesin susturulduğu bir zamanın partisi KUNPAR. "Büyük Yangın" olarak bahsedilen bu yakma planı, ülkenin yaşayanlarını doğal olarak tedirgin bir bekleyişe hapsediyor. Bir gün gelecek, her şey bir gecede yok olacak. Bu durum metnin her yanına siniyor, yok oluşu bekleyenlerin hissettiği size de musallat oluyor.

KUNPAR’ın bu planına karşı çıkanlar da var elbette. TUHAP adlı bir parti ve çevresindekiler, onları yaşam savunucuları şeklinde düşünebiliriz ancak kitabın ironisi işte yaşam savunucuları miting yapıp dağılıyorlar; afili cümlelerin pek de anlamı yok artık, yaşamı olumlayan cümlelerden çıkılmış ne desen kurtarmıyor. Çünkü metnin atmosferinde bir partiden kurtuluş umamıyorsunuz, en azından benim hissim bu yönde. Metinde anlatılan zaman, her şeyin sadece öyle gerektiği için yapıldığı, değiştirme arzusunun sürekli kesintiye uğradığı bu nedenle niyet iyi olsa bile teşebbüs edilenin hayatta pek de karşılığı olmadığı bir dönemi imliyor. Kitapta bu açıdan kurtarıcı kahramanlar, ideal iyilik peşinde koşanlar yok bana kalırsa. Her şeyin belirsizleştiği, felaketin beklendiği bir ortamda edilen sözler, ekranlardan, YouTube kanallarından yükselen sesler var ama hükmü yok cümlelerin.

İMKANSIZA BAKAN

Bu durum aklıma Levinas’ın "imkansıza bakan"ın(1) konumu hakkında söylediklerini getirdi. Onun ifadesiyle: "İmkansıza bakan kişi için, dünyada yalıtılma ve terk edilme duygularıyla hiçbir ortak örtüsü olmayan, özsel, gururlu ya da umutsuz bir yalnızlık vardır. Kendisini dünyalar halinde kurmaktan, aciz imkansızlıkların, ıssız ve üzüntülü alanındaki yalnızlıktır bu." Olan ya da olması beklenen bir felaket durumunda "imkansıza bakan" için bir çeşit çaresizlik durumu tahayyül edilir burada. Bu konum daha çok felaketten kalanı veya tanık olanı imlese de meseleye metnin genel ruh haliyle baktığımızda, bir şeyler için çabalayanların bile gerçekten çabaladığını hissedemememizin sanırım bununla ilişkisi var. Panik halinde bir şeyler yapmak isteyenler var mesela, Su adlı karakter yanmaz depolar kurup ağıtları kurtarmaya çalışıyor ama o yetememe hissini her gayrette hissediyorsunuz.

Bu nedenle, yaşadığımız felaketlerde elimizden geleni yaptığımız durumlarda bile hissettiğimiz eksiklik duygusu, hiçbir şeye aslında çare olamadığını fark ettiğin anlar, kurulan cümlelerin havada bir yerde asılı kalıp dağıldığı, değersizleştiği hiçbir şeyin hiçbir şeyi kurtarmadığı, herkese her şeye öfkeli olunan zamanların anlatısıyla karşılaştığımızı söyleyebiliriz metinde. Açıkçası, benim okumamda metnin üzerimde bıraktığı etkiyi böyle tahayyül edebildim ve sanırım metnin çabalayan karakterleri için de bu geçerli.

Ortadoğu'da Bir Ülkenin Acil Durum Alarmı, Süreyyya Evren, 176 syf., Can Yayınları, 2024.

Bu kısma şunları da eklemem gerekir, metnin yapısı nedeniyle aslında pek çok şeyi sezgilerimizle anlamlandırabiliyoruz. Kitapta bütünsel bir anlatı yok, kopan cümleler, parçalı düşünceler, eksik ifadeler, dağılmış bir zihinden yansıyanlar... Bir felaketi beklerken ya da felaketten sonra nasıl olunursa onu görüyoruz. Her şeyin ucu açık olanı biteni kendine göre anlama ve yorumlamayı okurdan talep ediyor yazar; sadece hissediyorsunuz, yok oluş sirenleri çalıyor, yangın geldi geliyor bu duygu her yeri kaplıyor, "imkansıza bakıyorsunuz."

AMBULANS ŞİİR

Felaket zamanlarında acının sanatın, edebiyatın alanına nasıl gireceği, bunun nasıl ifade edileceği meselesini çok tartışıyoruz, bu durum bir katman olarak metinde yerini alıyor. Bence, bunu şair Erdem’in çabasında görüyoruz ki metnin parçaları içinde hakkında yorum yapabileceğimiz, düşünebileceğimiz karakterlerden TUHAP’lı Erdem. Metnin bir felaket zamanını düşündüren anlatısında, Erdem çocukluktan kopardığı anı parçasının getirdiği "huzurun" şiirine iyi gelmeyeceğini daha "zorlayıcı" bir şeye ihtiyacı olduğunu düşünüyor ve şunu yapıyor: "Dilini küçük aleve daldırıp alevi yalamak üzere kafasını çakmağa gömdü. Çakmağı gagaladı bir nevi. Ve başını tekrar yukarı kaldırdığında dili öyle korkunç bir acıyla onu kıvrandırıyordu ki o an çıkardığı sesi bütün performansın da (Muğla Şehir Hastanesi’nde şiir performansı var) ana sesi kılmaya karar verdi. Performanstan önce doktora görünmeyecekti. Önce bu yanık dille şiirlerini okuyacaktı."

"Büyük Yangın"la her şeyin yok olacağının beklendiği bir zamanın tanıklığını ifade etmek ancak yanmış bir dilin acısıyla mümkün olurdu ya da yaşamayanın hiçbir zaman tam bilemeyeceği felaketin ifadesi hele ki konu yangınsa ancak kendinin bir parçası da yanmışsa anlam kazanırdı… Dilsiz bırakan acılar, yanmış bir dilin en fazla kekeleyerek, acıyarak yaydığı bir çığlıkta kendini bulabilirdi, kim bilir belki de Erdem’in yanık dili bize buna benzer şeyler söylemeye çalışıyordu.

Erdem, felaketten sonra şiir yazılır mı sorusunun peşinde "ambulans şiir" adını verdiği bir şiir icat ediyor sonrasında. Ona göre; "Bu felaket dönemi şiiri okuru ambulansla hastaneye kaldıran bir şiir olacak. Tedavi etmeyen, sanatla iyileştirmeyen, ama hastaneye kaldıran, en azından o kadar el uzatan, o kadar fayda vermekten çekinmeyen bir şiir."

Felaket döneminde sanatın iyileştirici gücünden söz edilemeyeceğini, herhangi bir sanat ediminin acının içindeyken tedavi gücü olmadığını biliyor Erdem, onun "ambulans şiir"inde olduğu gibi şiir en fazla el uzatabilir, faydasını esirgemeyen ama kendisine veya yazarına da faydasız bir şiir… Çünkü böyle anlarda yanmış bir dilin acıyla böğürdüğünün dışında dile gelmez söz, eksikli olur anlam. Felaket anlatısının ortaya çıkması için onu yaşayanın iyileşmesi gerekir, ifade eder hale gelmek için zamana ihtiyaç vardır. Kitabın bu bahsi ve Erdem’in kendince bulduğu dayanışma çabası bunları düşündürüyor, onun "ambulans şiir"i felaketten sonra unutulmuyor, en azından bu çabanın birilerinde karşılık bulduğunu metnin sonlarında görebiliyoruz.

GÖZDE

Başta bahsettiğimiz KUNPAR’ın iki temsilcisi var, devamlı yıkımı savunan Ali Bin Bed ve bir gecede ülkeyi yakıp Nuh’un Gemisi’yle başka bir coğrafyaya taşınmayı vaat eden Said Nemrud. Bu ikisi arasındaki çatışma sonucunda Ali Bin Bed bir siyasi cinayete kurban gidince onun Pülümür’de kurduğu açık hava göçmen kamplarında, "yerden bir kadın bitiyor." Adı Gözde, onun hikayesinden bahsetmek isterim. Mitolojik güçleri olan bir karakter o, defalarca denenmesine rağmen öldürülemeyen Doğa Ana’nın gözünden doğan, omzunda iki kuzgunla varolan Gözde. Onun metindeki işlevi bana kalırsa gerçeklikle gerçek-dışı arasında bir ara bölge yaratması, özellikle ölüleri diriltme gücünde bunu görüyoruz.

Onun dirilttiklerine bakarsak daha anlaşılır olacak mesele: "Hatay İskenderun Devlet Hastanesi’nden hastaları tahliye ederken meydana gelen ikinci depremde göçük altında kalarak hayatını kaybeden bir hemşireyi, Antalya Finike’de bir mermer ocağında çalışırken üzerine mermer kütlesi düşmesi sonucu hayatını kaybeden bir maden işçisini, Kocaeli İzmit’te çalıştığı işyerinde vinç çarpması sonucu hayatını kaybeden işçiyi diriltti…" Gözde, depremde ölenleri, 13 yaşındaki Suriyeli göçmen işçiyi, maden işçilerini hepsini tek tek diriltip onların omuzlarına bir kuzgun konduruyor. Burada sembolik olarak kuzgunu Şamanizm’deki şifa veren koruyan anlamıyla da düşünebiliriz belki. Gözde’nin hikayesi bizi gerçekliğe yaklaştırıyor ama ölüm sebeplerinin gerçekliği diriltilme anlarıyla bozularak, bahsettiğimiz ara bölgeyi yaratmış oluyor. En azından düşsel alanda işçilerin varlığının devam ettirilmesi okuyana nefes oluyor, bu kısım kitabın etkileyici parçalarından fikrimce.

Süreyyya Evren’in, Can Yayınları tarafından basılan 'Ortadoğu’da Bir Ülkenin Acil Durum Alarmı', Türkiye’nin yakın tarihine kendi üslubunca bakan eleştirel bir roman. Kitabın anlatısı parçalanmış bir benlikle varolmaya çalışanların durumunu yansıtırcasına parça parça yansıyor okura. Felaket öncesi, felaket anı ve sonrası birlikte düşünülüyor. Felaketten sonra da birilerinin işleri iyi gidiyor, kurulan paravan şirketlerle sistem yolunu bulmaya devam ediyor, radyasyondan korunaklı kıyafetlere sahip olanlar için hayat kesintiye uğramıyor. Kitap, korunaksız kalanları, felaket anlarında sistemin yalnızlarının hikayesini öne çıkarıyor; hayatta kalanın, tanık olanın öfkesini daha çok duyuyoruz ki yazarın kendini özne olarak metne dahil ettiğinden, hislerinin yansıdığından bahsetmiştik.

Kitaptan bir cümleyi düşünerek son söze yaklaşalım: "Sağ kalanlarda ve sağ kalmakla da yetinmeyip radyasyonla yaşayabilir insanlara dönüşenlerde, belirgin bir fazla yaşadık hissi ve yanlış yaşadık hissi ağır basıyordu. Yaşamın doğru olduğu anlar da yaşandı bitti ve boş bir şekilde tekrar edebilirler-iyi geçen her gün yanlış hatırlanana duyulan nostalji gibi…"

Bu cümleler felaket gerçekleştikten sonra bir de nükleer felaketi yaşayıp hâlâ devam edebilenler için kurulmuş olsa da bana kalırsa son yıllarımıza dair de bir şeyler söylüyor. Onca şeye tanık olup "radyasyonla" bile neredeyse yaşayabilecek hale geldikten sonra "fazla yaşadık" ya da "yanlış yaşadık" hissini duymayan var mı bilmiyorum, geçmişe dair anımsamalarımızın da bize bir şey öğretmediği devamlı nostaljik savrulmalarda kaybolup gittiğimiz düşünülürse, kitabın bu paragrafından sonraki cümlede söylendiği gibi belki de "yaşamakla hep sadece imge olarak" ilgilenmişizdir.

1. Levinas, E. “Maurice Blanchot Üstüne” (Çev. Kudret Aras), s. 19-20, İstanbul: Monokl.


Emek Erez Kimdir?

Çeşitli gazete, dergi ve online sitelerde, kültür-sanat alanında on beş yıldır yazılar yazıyor.