Yaşamlarımıza değer katan mülteciler
Zarar görmüş bir toplumsal uyumu onararak başlayacak elbette bu süreç... İlk adımlarımız tutuk, kelimelerimiz ürkek, dillerimiz ölçülü olacak belki de… Ancak evrendeki en büyük şenlik, insanın kalbini kullanmaya ve ötekini anlamaya başladığı anda yaşanacak. Çünkü insanlık çoğu zaman “öteki”ne kendini anlatması, tanıtması ve bir değer yaratması için açtığı alanlarla, verdiği fırsatlarla sınanır.
Bundan 17 yıl önce Afrika Yılı ilan eden Türkiye’de, Somalililerin restoran tabelalarındaki detayların, renklerin, isimlerin, gökkuşaklarının tartışıldığı, restoran ortaklarından bir kadını “Neden böyle oluyor? Benim bu derimin rengi suç mu?” diye sormak zorunda bırakılan günlerde, Pazartesi, ülke gündemimizin “tabu” konusu durumundaki mültecilere dair kritik bir tarih olan Dünya Mülteciler Günü’ydü.
Suriye’nin kuzeyindeki güvenli bölgelere gidip gitmeyeceklerini önümüzdeki dönemde siyasi ve bölgesel dengelerin yanı sıra uluslararası hukuk ilkeleri de etkileyecek olsa da, konuya tamamen insani ve sosyolojik boyuttan bakarsak, on yılı aşkın süredir Türkiye’de yaşayan mülteciler bir şekilde bize ve kendi yaşamlarına değer katmaya, hem kendi topluluklarına hem de ev sahibi topluluğa temas etmeye devam ediyorlar.
Onlar bu çabalarını sürdürürken “Nereye” diye sesleniyorum arkalarından.
“Kendimizi daha iyi anlatmaya” diyorlar.
“Peki ama neden” diye soruyorum.
“Ülkemizden göçtük ama hep beraber insanlıktan göçmemek adına; ırkçılara ırkçı olduklarını anlatmak ve bunun bilinçli bir tercih olduğunu, ancak değiştirilebileceğini göstermek adına” diyorlar.
İkna olmayıp, “nasıl ama” diye soruyorum.
“Ötekileştiren, yok sayan, bize saldıran insanlara kendimizi doğru tanıtmaya” diyorlar ve ekliyorlar: “Bil ki en zorlu göç, birbirini tanımayan kalpler arasındadır. Önce ayaklar göç eder daha onurlu bir yaşama. Sonra kalpleri beraberinde sürükler, kendini doğru anlatmaya. Ne zaman ki kalbini açarsın seni dışlayana, o zaman başlarsın onunla gerçek anlamda konuşmaya.”
Benim de ödül jürisinde yer aldığım ve 2013 yılından beri göç politikası alanında çok ciddi ve önemli çalışmalarda bulunan İltica ve Göç Araştırmaları Derneği (İGAM), geçen yıldan beri göç alanında ve mültecilerle ilgili değer yaratanlara, onlara dokunup, hayatlarını iyileştirenlere yönelik iki önemli ödül veriyor. Bu yılın ödülü de salı günü sahiplerine verildi.
Doğan Cüceloğlu ne güzel söylemişti: “Mutlu olmak istiyorsan yanındakini de mutlu etmeyi bil. Bunun adı biz bilincidir.”
Mülteci hakları konusunda adeta ip üzerinde ilerleyen cambaz gibi temel haklardan söz ettiğimiz bir ortamda “biz” bilincinin oluşturulması adına böyle bir ödülün verilmesi hem çok cesur, hem de çok ilkeli bir adım.
Geçtiğimiz yıl Talat Miras adına verilen ödülü, Mülteciler ve Sığınmacılar Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği, Angela Burdett-Coutts adına verilen ödülü ise Afgan Mülteciler Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği (ARSA) Başkanı Dr. Zakira Hekmat kazanmıştı.
Angela Burdett-Coutts, 1877’de Türk-Rus savaşında zulme uğrayan ve mülteci durumuna düşen Müslüman kadınları ve çocukları korumak için ‘Türk Merhamet Vakfı’nı kuran değerli bir insan. Angela Burdett-Coutts adına verilen ödül, Türkiye’de yaşayan ve Türkiye’de uluslararası koruma statüsünde ya da farklı statüler altında bulunan yabancı kişiler için veriliyor.
Talat Miras ise, 25 Temmuz 1951’de Türkiye’yi temsilen, çağdaş mülteci hukukunun temel anlaşması olan Mültecilerin Statüsü’ne dair Sözleşme’nin son şeklinin tartışılıp kaleme alındığı ve kabul edildiği Birleşmiş Milletler Mültecilerin ve Vatansızların Statüsü Konferansı’nda iki eş başkan yardımcısından biriydi. Talat Miras adına verilen ödül, Türkiye’deki sığınmacılar ve mülteciler konusunda, yaptıkları çalışmalarla ön plana çıkan kişi veya kurumlara veriliyor.
Bu yıl, Talat Miras adına verilen ödül, Hayata Destek Derneği’ne, Angela Burdett-Coutts adına verilen ödül ise İzmir’de bulunan Suriyelilerle Dayanışma Derneği Başkanı Muhammed Saleh Ali’ye verildi.
2005 yılında kurulmuş olan Hayata Destek Derneği, afetlerden etkilenmiş toplulukların temel hak ve ihtiyaçlarına erişimlerini sağlamak amacıyla kurulmuş, Türkiye sınırları içinde faaliyet gösteren ulusal bir insani yardım kuruluşu.
Son dönemde mevsimlik tarım işçisi çocukların durumuna dair aydınlatıcı kampanyaları da kapsayan çalışmalarını Acil Yardım, Mülteci Destek, Mevsimlik Tarımda Çocuk Koruma ve Sivil Toplumda Kapasite Geliştirme alanlarında yürütüyor.
2012 yılından beri, Suriyelilere yönelik yürüttüğü Mülteci Destek Programı derneğin şu anki en büyük insani yardım programı olarak gösteriliyor.
Mültecilere yönelik toplum temelli koruma çalışmalarının yürütüldüğü ve Hayata Destek Evi adı verilen toplum merkezlerinde bireyin güçlendirilmesi ve ev sahibi toplulukla sosyal uyumuna katkı amaçlanırken, Hayata Destek Noktaları’nda yürütülen bireysel koruma çalışmalarında geçici koruma altındaki mültecilere Türkiye’nin 10 ilinde (İstanbul, Ankara, İzmir, Hatay, Adana, Batman, Diyarbakır, Mardin, Mersin, Şanlıurfa) temel hak ve hizmetlere erişimlerinde danışmanlık hizmeti sağlanıyor.
Dernek, şu ana dek 5 Hayata Destek Evi ve 10 Hayata Destek Noktası açtı. Ayrıca mültecilerle ilgili çalışma yürüten kurum ve kuruluşlara da çevrimiçi kapasite geliştirme eğitimleri veriyor. Mültecilerin geçim kaynağını destekleme projeleri kapsamında ise, mesleki kurslar, istihdama katkı ve çalışma izni edinme sürecinde destek sağlama gibi faaliyetler yürütülüyor.
Mülteci Destek Programı kapsamında, 2021 yılı boyunca toplamda 25.050 kişiye destek olan Dernek, geçtiğimiz sene başlattığı dijital platformu “Hayata Destek 360” aracılığıyla insani yardım alanındaki bilgi ve birikimlerini eğitim modülleriyle paylaşmayı, daha etkili bir sivil topluma katkı sunabilmeyi hedefliyor.
Angela Burdett-Coutts ödülünün bu seneki sahibi olan Suriyeli Mültecilerle Dayanışma Derneği kurucu başkanı Muhammed Salih Ali ise, Suriye kökenli bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı.
Kendisi İzmir’de yaşamını sürdüren mültecilerin entegrasyon politikasına önemli katkılarda bulunduğu gibi İzmir merkezli mülteci örgütlenmelerinde de rol model oluyor. Örneğin, İzmir’de Ayakkabıcılar Sitesi’nde Türk-Suriyeli çalışanlar arasında yaşanan gerginlik sivil toplum örgütlerinin sürece müdahil olmasıyla yatışmış, herhangi bir infial yaşanmamıştı. Öyle ki, Muhammed’in bana daha sonra anlattığına göre Türk ve Suriyeli işçiler bundan iki yıl sonra ilginç bir dayanışma örneği gösterip patronlarından birlikte zam istemişler. Muhammed ayrıca bölgedeki ilgili paydaşları da bir araya getirerek ayakkabı sektöründeki emekçi Türk ve Suriyelilerin sorunlarını yakından izliyor ve çözüm geliştiriyor.
Dolayısıyla hem ırkçılık eğilimleri sivil toplumun gücüyle dizginleniyor, hem de medeni bir şekilde nasıl birlikte emek mücadelesinin sürdürülebileceği, birlikten kuvvet doğacağı gösteriliyor.
Muhammed Salih Ali’ye göre; mültecilerle ilgili projelerde mültecilerin günlük hayatta karşılaştığı sorunlar dikkate alınmalı, ancak mültecilerin yerel düzeyde kararlara katılımı, adalete ve istihdama erişimi, çocuk hakları, mülteci kadın sağlığı eğitimi, ayrımcılık ve nefret suçlarıyla mücadele, çok dilli kamu hizmetlerine mültecilerin erişimi gibi daha geniş çerçeveli konular da mülteci hakları perspektifinden ele alınmalı.
Muhammed’in konuşmamız sırasında bana söylediği şu söz ise zihnime sabitlendi sanki: “Göç ve sığınma bir seçim değil. Dünyada biz varız ve bir iz bırakmak zorundayız.”
Ne ilginçtir ki yaşam boyu hepimiz dur durak bilmeden bir telaş içerisindeyiz ve kimimiz hiçbir hayal kurmaksızın yaşamın akışına kapılıp hayatta kalmaya çırpınırken, kimimiz de ardında ayak izi bırakmaya çabalıyor. Herkesin kendini gerçekleştirme yöntemi kendine özgü iken, mülteciler de giderek kendi potansiyellerini ortaya koyarken bu toplumda bir koltuk edinmek adına kendi hikayelerini anlatmaya uğraşıyor. Çünkü bir insanın hayali, aslında bize ulaştırmak istediği hikâyesidir. Bu hikâyeyi anlatmasına aracı olan tüm sivil girişimler de toplumsal barışın çimentosu…
Farklı mülteci grupları sürekli değersizleştirilirken, bu gruplara mensup kişilerin değerlerini ortaya koymaları ve bunun da Türkiye’deki öncü sivil toplum kuruluşları tarafından takdir görmesi başlı başına hepimizin mutluluk duyacağı bir gelişme.
Gündemde olumlu haberleri cımbızla bulup çıkarırken, insan odaklı projeler ne kadar kök salıp desteklenirse, mültecilerin de birer insan olmalarından kaynaklı haklarından yararlanmaları gerekliliği de o kadar net anlaşılacak.
Bu açıdan medyadaki dil kadar sivil toplumun da bu süreçte cesaretlendirici ve destekleyici bir dil kullanması ve doğruyla yanlışı ayırt eden objektif adımlar atması çok değerli.
Avrupa Birliği ile varılan anlaşmanın “para verip mültecileri ülkede tutuyorlar” şeklinde algılanmasının önüne geçecek türden sivil girişimler, aslında hepimize huzur vermeye yönelik. Çünkü bu projelerle güllük gülistanlık bir tablo ortaya koymak yerine, mülteci politikasındaki yanlışlar ve eksikler gözler önüne seriliyor, bir arada yaşamaya yönelik sosyal uyum politikalarının parametreleri gösterilmiş oluyor.
Mülteciler toplumdaki tüm sorunlarımızın kaynağı ve sorumlusu değil elbette… Ancak yaşadığımız birçok iletişimsizlik, ötekini günah keçisi yapma alışkanlığı, sosyal uyumdaki dengesizlikler, emek piyasasındaki gelişigüzellik ve çalışma koşullarının adaletsizliği gibi verili gerçeklikler, mülteciler gibi toplumun zayıf ve kırılgan halkaları üzerinde çok daha görünür hale geliyor.
Çöpten yemek toplayan ve bizlere “muhtaç” mülteci makul; restoran açan, vergisini ödeyen, kendi ayakları üzerinde emeğiyle durmaya çalışan mülteci ise “tehdit” olarak görülüyor.
Hepimizin mültecilerle diyalog noktalarımızı çoğaltmamız ve çeşitlendirmemiz gerekiyor. İGAM’ın ödüllendirdiği projelerde olduğu gibi benzeri girişimler desteklenip görünür hale getirildikçe, bir yandan da Türkiye’de toplumun kaygıları dikkate alındıkça, toplumsal kabulde de değişimler başlayacak. Zira toplumda yürütülen sosyal uyum çalışmaları, sadece yeni gelenler için değil toplumun genelinin huzuru ve refahı için yapılır. Gettolaşmayı önlemek, göçmenlerin mutfaklarını, edebiyatlarını, müziklerini, kültürlerini ev sahibi ülkeye açmalarına aracı olmak için yapılır.
Bir mülteci kadına onun sağlığıyla ilgili eğitim veren Türk hekim veya bir mülteci çocukla beraber Türkçe altyazılı Arapça çizgi film izleyen bir sosyal çalışmacı, “öteki”nin dünyasına en insani, en samimi ve en yakın noktadan temas ediyor ve bu deneyim onun yaşantısına bir insani değer olarak girip diğer tüm hücrelerini harekete geçiriyor, nefretle ilgili tüm algılarını dönüştürüyor.
Bizler, mültecilerle ilgili bu noktaya, büyük ölçüde kendi içimizdeki öteki düşmanlığını yönetemediğimiz, medyanın dolduruşuna geldiğimiz, sorgulamadığımız ve sivil diyalog kanallarını kullanamadığımız için geldik. Dolayısıyla çıkış yolumuz da, ayakları yere basan, sosyal uyumu önceleyen ve bir arada yaşam politikasının asgari müştereklerini inşa eden bir anlayış geliştirmektir. Ve bunu da tek taraflı değil karşılıklı yapabilmektir. Bu yolda yapılan iyi uygulama örneklerini ve başarı öykülerini ödüllendirmek de en güzel özendirme olacak.
Zarar görmüş bir toplumsal uyumu onararak başlayacak elbette bu süreç... İlk adımlarımız tutuk, kelimelerimiz ürkek, dillerimiz ölçülü olacak belki de… Ancak evrendeki en büyük şenlik, insanın kalbini kullanmaya ve ötekini anlamaya başladığı anda yaşanacak. Çünkü insanlık çoğu zaman “öteki”ne kendini anlatması, tanıtması ve bir değer yaratması için açtığı alanlarla, verdiği fırsatlarla sınanır.