YAZARLAR

Yaşasın! Avrupa futbolunda medeniyetler çatışmıyor

Futbolun da bir “eşref saati” var. Yenilik iştahının getirdiği teknik ve zihinsel olgunluğa ulaşmakla başladı; doymak bilmezlik yüzünden kültür endüstrisinin elinde oyuncak olmakla sona eriyor…

Şampiyonlar Ligi’nde 2021-22 sezonunun grup aşaması geride kalırken, Avrupa futbolunu bir süredir etkisi altına alan Batı hakimiyeti son raddesine varmış görünüyor. Doğu Avrupa kulüplerinin başarısızlığı alınamayan puanlardan veya atılamayan gollerden ibaret değil. Küçük liglerin Şampiyonlar Ligi ile ilişki kurma biçimi tamamen değişiyor…

ŞAMPİYON KULÜPLER, HEM DE HER YERDEN

1955 yılında Şampiyon Kulüpler Kupası dünyaya ve kıtaya gözlerini açtığında henüz Avrupa Birliği kurulmamıştı. Futbolun yeni turnuvası, aslında 19. yüzyıl sonunda uluslararası fuarlarla başlayan klasik modern dönemin ve modern Avrupa’nın öz evladıydı. Araya giren savaşlar ve seyahat zorluğu yüzünden biraz gecikmiş, ama 1950’ler ile birlikte modernitenin başkenti Paris’ten çıkan fikirle nihayet hayata geçmişti.

Aslında yoksul ve dağınık bir ailede doğmuştu. II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa ikiye bölünmüş, Sovyetler Birliği öncülüğündeki Doğu Bloku dışa, en azından kapitalist Batı’ya kapalı bir yaşam sürmeye başlamıştı. Böyle bir ortamda kulüpleri –ve insanları– bir araya getirmek için futbolu kullanmak ve kıta çapında bir rekabet yaratmak dahice bir düşünceydi ve zamanın ruhuna uygundu. Savaşsız Avrupa’nın simgelerinden biri olacaktı.

Karşılığını da buldu. Şampiyon Kulüpler Kupası başlangıçtaki (elbette İngilizlerin de aralarında bulunduğu) birkaç nazlı federasyona rağmen neredeyse ilk günden itibaren muazzam bir başarı hikayesine dönüştü. Henüz ilk sezondaki Real Madrid–Milan yarı finalinde Santiago Bernabeu tribünlerinde 129.960 seyirci vardı. Organizasyonun fikir babası, L’Équipe editörü Gabriel Hanot haklı çıkmıştı.

İlk beş turnuvanın tamamını kazanan Real Madrid, gelecekte oluşacak hiyerarşinin habercisiydi. Ama yıllar ilerledikçe, özellikle de 1960’ların sonundan itibaren Şampiyon Kulüpler Kupası müthiş bir çeşitliliğe kavuştu. Doğulular sadece figüran değildi. Turnuvayı 1986’ya kadar (Steaua Bükreş) kazanamasalar bile, Viktor Maslov ve Valeri Lobanovski gibi teorisyen ve pratisyenler, oyunun nasıl oynanacağı üzerinde büyük etki bıraktı. Konu sadece Doğu veya “Demir Perde” de değildi. Turnuvanın ilk yirmi yılında Portekiz, İskoçya ve Hollanda gibi “küçük” ülkelerin takımları büyük katkı yapıp derin izler bıraktı. Michels kıtaya Total Futbol’u hediye etti. Ernst Happel yepyeni tezler sundu. “Büyük” ülkelerden bile Nottingham Forest, Aston Villa, Hamburg gibi sürpriz Avrupa şampiyonları çıktı. Malmö, Panathinaikos, Club Brugge, Partizan final oynadı.

BATI AVRUPA ŞAMPİYONLAR LİGİ

Şampiyon Kulüpler Kupası iki maçlı eleme ve tek maçlık final formatıyla 37 yıl sürdü. Bu dönemde toplam dokuz ülkeden 19 farklı takım zafere ulaştı. 1992-93 sezonuyla beraber Şampiyonlar Ligi adını aldı ve grup + eleme düzenine geçildi. Aradan geçen 30 yılda yedi ülkeden 12 takım kupayı kaldırabildi. Çeşitliliğin uğradığı gerçek erozyon ise son 15 yılda ayyuka çıktı: Kupayı sadece Alman, İngiliz, İspanyol ve İtalyan takımları kazandı. Üstelik benzersiz bir örnek olan Ajax ve başlı başına Katar sermayesi üzerine kurulu PSG hariç, “dışarıdan” bir takımın kupayı kaldırma ihtimali yok gibi.

Bunun ilk nedeni para. Gelir ve bütçe uçurumları makul sınırları aşalı çok oluyor. Ama bunun da bir sebebi olmalı ve galiba var. Futbol, tıpkı sanat gibi, modern tarihin bilindik bir aşamasından geçiyor. Çoğu insan uğraşının bir “eşref saati”, ya da “modern altın çağı” var. Yenilik iştahının getirdiği teknik ve zihinsel olgunluğa ulaşmakla başlayıp, doymak bilmezlik yüzünden kültür endüstrisinin elinde oyuncak olmakla sona eriyor. Edebiyatta modern roman, 1850’lerden 1940’lara kadar böyle bir dönemi yaşadı ve tamamladı. Futbolda ise aynı süreç 1950’lerin sonunda başlayıp 2000’lerin sonunda neticeye ermiş görünüyor. Elbette bu tarihlerden sonra da romanlar yazılıp maçlar oynanmaya devam ediyor, ama o büyülü dönemin –en azından çok uzun süre– bir daha gelmeyeceğini herkes biliyor. Dolayısıyla bugünkü futbol için “modern” tabirinden ziyade “postmodern”, “post-endüstriyel” veya “hakikat sonrası” ifadesi daha uygun görünüyor.

Kısacası, çok kıymetli bir şey üretildi, kıymetli olduğu anlaşılınca daha fazla paraya çevirmek adına niteliği değil niceliği artırmaya izin verildi. Daha fazla kitap yazıldı, daha fazla maç oynandı, daha fazla insan çekildi. Ama bu sefer de “çokluk” sorun olmaya başladı. Ortadaki kazançtan çok fazla kişi pay alıyordu. İlk günden beri geleneğin içinde yer alanlar ya da sonradan para enjeksiyonu ile içeri sızanlar, pastadan daha büyük dilim istedi. 1997 yılına kadar Kupa 1’de sadece lig şampiyonları ve bir önceki sezonun Avrupa şampiyonu yer alıyordu. Ancak 1997’den itibaren büyük liglerin şampiyon olmayan takımları da vize aldı. 2018 sonrasında en başarılı dört ligin ilk dört takımı –yani mevcudun yarısı– otomatik olarak grup aşamasına adını yazdırıyor. Kıtanın geri kalanı 16 kontenjan için birbirini yiyor.

FASULYELER

Hal böyle olunca iki sezonda bir gruplara ilişen Yunan takımının bırakın Bayern Münih’i, Borussia Dortmund veya RB Leipzig ile rekabet şansı çok zayıf. İki taraf da birbirine selam verip yoluna devam ediyor. Küçükler küçük parasına bakarken, büyükler büyük parasına bakıyor. Mahalle maçlarında “fasulye” tabir edilen, sırf sayıyı tutturmak için sahaya eklenen küçük çocuklar olurdu. Avrupa elitleri kıtanın geri kalanına bir süredir fasulye muamelesi yapıyor.

Ama hayalsiz de yaşanmıyor. UEFA bunu bildiği için en azından yarım bir hayal sunmak üzere Avrupa Ligi’ni yeşertmeye çalıştı. Ama liglerin gelir dengesizliği yüzünden çok geçmeden Avrupa Ligi de aynı büyük liglerin tekeline girdi. Son çare olarak kimsenin ne olduğunu anlamadığı Konferans Ligi angaryası uyduruldu. Avrupa’nın geri kalanı, eve özenle alınıp salona yerleştirilen, ama zaman içinde cazibesini kaybeden bir eşyaya benziyor. Önce Avrupa Ligi odasına taşındı, sonra Konferans odasına gönderildi. Ardiyeye konmasına çok bir şey kalmadı. Hatta tamamen kaldırıp atmak lazım da, hatırası var diye kıyılamıyor. Sonuçta medeniyetler çatışması, Doğu-Batı çelişkileri, farklı ve yabancı oyun görüşlerinin yerine giderek tek tipleşen bir yapı ortaya çıktı. Şu anki Şampiyonlar Ligi seyirliğini Alman hocalar yazıyor, İngilizler sahneye koyuyor, dünya izliyor.

Öte yandan bu hikâye tek taraflı bir anlatıdan ibaret değil. Büyük ligler dörder takımını Şampiyonlar Ligi’ne gönderiyor olabilir; ama sonuçta kurallarda bu liglerin İngiltere, İspanya, İtalya ve Almanya olacağı yazmıyor. Yani o dört lig Türkiye, Yunanistan, Rusya ve Hırvatistan da olabilir. Liglerin sıralaması kulüplerin Avrupa turnuvalarında 5 yıllık periyotta kazandığı puanlara göre belirleniyor.

Yerel liginden elde ettiği naklen yayın vs. gelirleriyle fark açmış elitler bir de Şampiyonlar Ligi’ne sürekli katılımla ödüllendirilirken, garip gurebadan bu uçurumu kapatmasını beklemek haksızlık gibi görünebilir. Ama yetişmek için çaba göstermemenin de doğru tavır olmadığı ortada. Aradaki fark açıldıkça, dışarıdakilerin içeriyle ilişki kurma biçimi de değişiyor. Şampiyonlar Ligi artık mücadele edilecek bir yer değil, bir çocuğun istemediği ama büyük harçlık umuduyla gittiği bir bayram ziyareti. Hatta mümkünse sadece katılım payını verip “hiç gelmeyin” deseniz, zahmet edip uğrayacağı yok.

Değişim için –mesela Ajax gibi– sürekli fikir ve değer üretmekten, varlığınızın kıymetini önce sahada kanıtlayıp sonra yönetenler üzerinde daha adil bir dağılım için baskı kurmaktan başka şansınız yok. Fakat Türkiye gibi dışarıda kalanlar mevcut durumdan rahatsız görünmüyor. Başarısızlık “UEFA’nın emri” ve maddi uçurum mazeret olarak son derece kullanışlı. Kadrolar arasında on kat değer farkı olunca, elinizden gelen her şeyi yapmanız, zihninizi parçalayacak kadar çok çalışmanız, taraftarınıza hayal kurdurmanız gerekmiyormuş gibi yapmak kolay.

BEŞİKTAŞ ÖRNEĞİ

Beşiktaş’ın sıfır çekmesi bu zihniyetin son örneği oldu. Oyuncuları sağlıklı tutacak bir saha zemini sağlanamamasından, günün geçerli taktik ve fiziksel bilgisine tenezzül etmemeye uzanan bir boş vermişlik ve kadercilik gösterisi izledik. Sergen Yalçın ilk günden itibaren rasyonel yorumlar yapmak yerine şans, eksikler, hakem gibi “bizim” argümanlara tutundu. Neticede grup macerası puansız, ama asıl önemlisi, mücadelesiz kapandı. Kimsenin Beşiktaş’tan şampiyonluk beklediği yoktu; fakat “unutulmaz Avrupa zaferi” kabilinden tek maçlık, en azından kulüp mitolojisini besleyecek bir parıltı bile gösterilemedi. Biçare yorumcular iki maçın ilk 15 dakikasındaki “iyi” oyundan umut devşirmeye çalıştıkça, teknik kadro kabahati kendinden başka herkeste bulup negatifliği besledi ve sonunda Sergen Yalçın işinden, Beşiktaş ise fena olmayan bir kadro üzerine inşa edilebilecek bir yapıdan oldu. Şimdi Türk futbolunun en sevdiği şey olacak ve –çok lazımmış gibi– her şeye sıfırdan başlanacak.

Halbuki vaktiyle Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu bir ihtimaldi ve çok da güzeldi. Galatasaray’ın UEFA Kupası’nı kazandığı dönemde, Türkiye’de “görür müyüz” konulu iki ütopya vardı: Ligde beşinci şampiyon ve bir Türk takımının Şampiyonlar Ligi’ni kazanması. Bugün inanılmaz gelse de, yirmi yıl önce bu ikisinden hangisinin daha önce gerçekleşeceğine dair fikir birliği yoktu ve ikisi de yakın derecede mümkün –veya imkânsız– görünüyordu. Neticede yerelde iki yeni şampiyon (Bursaspor ve Başakşehir) çıktı, ama Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek finalden öteye geçilemedi.

Şimdiyse kazanmak veya kazanmayı düşlemek bir yana, katılım bile zora girmiş durumda. Önümüzdeki sezondan itibaren Türkiye şampiyonu Kupa 1 gruplarına doğrudan katılamayacak. Mevcut boş vermişlik hali devam ederse, ön elemeler zor geçecek. Aynı şey tıpkı Türkiye gibi liyakatsizlik, yöntemsizlik, oyun içi siyaset faili ve mağduru tüm ülkeler için geçerli. Bu sezonki beş Doğu Avrupalı (Zenit, Beşiktaş, Shakhtar Donetsk, Dinamo Kiev ve Sheriff) üst tura çıkma şansını daha son maçlar oynanmadan kaybetmişti. Gerek bu memleketlerin kafa yapısı, gerekse elitlerin her şeyi kendine yontan düşünce tarzı devam ettikçe, Şampiyonlar Ligi veya yeni Avrupa Süper Ligi “bizden uzak, elitlere yakın” bir organizasyon olarak yaşamını sürdürecek. Bari Ajax kazansa…


Suat Başar Çağlan Kimdir?

1984 yılında Bornova’da doğdu. Balıkesir Fen Lisesi’ni ve Galatasaray Üniversitesi Felsefe Bölümünü bitirdi. 2010 yılında Ege Üniversitesi Sanat Tarihi Bizans Sanatı programında yüksek lisansını tamamladı. 2007 yılından beri İngilizce ve Fransızca dillerinden serbest çevirmenlik yapıyor. George Bernard Shaw, Alain Robbe-Grillet, C. L. R. James, Saadat Hasan Manto gibi yazarların eserlerini Türkçe’ye çevirdi; edebiyat, sanat ve felsefe alanındaki yazı ve tercümeleri çeşitli dergilerde yayınlandı. Gazete Duvar’da başladığı futbol yazılarına farklı mecralarda devam ediyor. Karşıyaka’da yaşıyor.