Yazar çizerine, 'çok biliyorsan siyasete gir' denilen başka ülke var mıdır?
Yazan çizen ve eleştirenlerin, yalnızca yazıp çizip eleştirdiğini; söz konusu eylemlerin parti ya da parlamento çatısına gereksinim duymadığını, siyaset üzerine kafa yoranların pek çoğunun -eğer akıllarını kaybetmedilerse- dünyayı yerinden oynatmak gibi bir iddialarının olmadığını kabullenmek çok güç olmamalı.
Bir ülkede her şey zamanla, gönüllü ya da gönülsüz, biraz birbirine benzemeye başlıyor sanırım. Diyelim, bürokrasi darmadağın edilmişken, üniversite daha derli toplu davranamıyor. Basına yönelik baskı varken, sanat özgürlüğü de darbe yiyor, baskı sever sanatçılar beliriyor. Bir TV dizisinde içki bardağının buzlanmasıyla, örneğin ülke futbolunun idare biçimi ya da salgın yönetimi arasında bir bağ var; o içki bardağını gizleyen zihniyet vaka sayılarını da doğru dürüst açıklamıyor. Türkiye'nin kadın hareketi, Boğaziçi protestosu, başta kadın voleybolcular olmak üzere bazı spor branşlarındaki başarılar, hekimlerimizin kalitesi ve emeği, bağımsız medya, sakilliğe direnen tiyatroları, güçlü edebiyatçıları vs. gibi, ahalinin ortalama tercih ve eğilimlerinin üzerinde seyreden çok hoş ve özel bazı yönleri olsa da, birbirine benzerlik yine de belirgin.
'İktidar-muhalefet' ve 'iktidar yanlısı-muhalif seçmen' ilişkilerinde de benzer bir manzara gözlemlemek mümkün. Tadı tuzu kaçmış, çürümüş ne varsa, önce çevresine ve ardından kendisine en uzak görünene sirayet ediyor zaman içinde. Örneğin iktidarın eleştiriyi hazmedemiyor oluşundan muzdarip olanlar, kendilerini eleştirenlerin 'eleştiriyor' oluşundan dertlenmeye başlayıveriyor. Oysa yönetenlerin, “beni eleştiren ihanet halindedir” deyişiyle, muhalefetin “beni eleştiren iktidara hizmet ediyor” zihniyeti arasındaki çizgi, yalnızca bu satırların yazarına bulanık görünmüyordur muhtemelen.
Türkiye'nin hâlihazırdaki koşullarında iktidar ve muhalefetin demokrasiyle 'iltisakını' karşılaştıracak değilim. Biri demokrasinin temel ilkelerini yok sayarken, diğeri, o yok sayılan ilkelere yaslanarak söz söylemeye ve artık fiilen var olmayan bir hukuka uygun davranmaya gayret ediyor, bunun kolay olmadığı çok açık. Buna mukabil, uzun süredir, bazı istisnai anlar (adalet yürüyüşü, seçim sırasında vekil transferiyle kurulan acil ittifaklar vs. gibi) bir yana muhalefetin, temel kuralları iktidarca belirlenen bir oyunu sergilemekteki ısrarı da açık. Biri, bu gözlemi yapıp çözümlemesini onun üzerine kurabilir; diğeri de söz konusu gözleme katılmaz ve farklı bir argüman ileri sürer. Bunlardan biri genellikle diğerinden daha değerli ya da doğru olmayabilir aslında; çünkü her ikisi de 'gerçeğin' ya da 'görünenin' bir yanına ağırlık veriyordur. Ancak hareket noktası ne olursa olsun, bana kalırsa en yadırgatıcı olan tutum, birbirine zıt ya da birbirini tamamlayan iddiaları ileri sürenlerin, diğerinin eleştirisini tümüyle 'yarar-zarar' sözcükleriyle ele alma eğilimi. Örneğin, 2010 anayasa değişiklikleri esnasında adı sanı bilinen ve demokratlığından kuşku duymadığım bir akademisyenin, değişikliğe yönelik eleştirilere “bunlar yararsız doğrular” deyişini hatırlıyorum. Doğru ya da yanlış, bir düşüncenin/iddianın salt yarar-zarar pragmatizmiyle ele alınmasının hayli sorunlu olduğu kanısındayım.
'Okumuşun' yazması ya da konuşmasının yalnızca 'olası sonuçlar' ile yetinmeyen bir yanı var, olmalı. Bir yazar ile bir danışmanı, eyleminin odağına 'düşünce üretmeyi' koymaya çalışan ile 'tanıtım görevlisini' birbirinden ayıran bir şeyler var, takdir edilebileceği gibi. Son derece karmaşık toplumsal ilişkiler ağının güncel sonuçlarından yalnızca biri olan 'siyasi gelişmeler,' iktidar-muhalefet ilişkileri, muhalefetin muhalefet yapma biçimi, tercihleri, o tercihlerin olası sonuçları; üzerine kafa yorulup farklı yüzleriyle ele alınabilecek, buna mukabil kesin yargılara kolaylıkla varılamayacak konular gibi geliyor bana.
Örneğin, muhalefet bir yolu tercih ettiğinde, tercih etmediği diğer yollar o andan itibaren ancak varsayım konusudur, çünkü artık 'sınanma' ihtimali yoktur. 1940'lara gidelim; DP eğer 1947'de CHP'yi sine-i millete dönmek ile tehdit etmeseydi ve İnönü 12 Temmuz Beyannamesini yayınlamasaydı ne olurdu, tarih nasıl yazılırdı, bugün ne konuşuyor olurduk, bilemeyiz. Dolayısıyla, bugün muhalefetin yaptıklarına bakıp yapmadıklarının hayali sonuçlarına dair tahminlerde bulunmak mümkün değil. Ancak yaptıklarının sonuçlarını eleştirmek elbette mümkün ve gerekli.
Memlekette, özellikle iktidar temsilcilerinin ve zaman zaman tahammülsüz muhalif seçmenin, eleştiriye verdikleri en ilginç tepkinin, “madem öyle siyasete gir” daveti olduğu kanısındayım. Tek başına değil tabii, bu ifadenin bir de ikizi var: “Önerini söyle!”
Acayiplik, siyasetin yalnızca profesyonellere özgü ve TBMM ile siyasi partilerde gerçekleştirilebilecek bir faaliyet olduğu inancından kaynaklanıyor anladığım kadarıyla. Oysa “her şey ideolojik ve siyasidir” doğru tespiti bir yana, kuşkusuz siyaset yaşamın her alanında hissedilen, sağlıklı nefes alışımızı dahi belirleyen, ezcümle onunla hiç ilgilenmeyen insanla dahi çok ilgili bir olgu ve Türkiye'de konuya ilişkin ezberler son derece sorunlu.
“Çok biliyorsan siyasete gir” genellikle iktidar cenahından işitilir. Okumuşun değil, muhalif okumuşun eleştirisine yönelik öfkenin sonucudur. Bizim toprakta muhalefet partileri, hiç olmazsa muhalefetteyken demokrat görünmeye (çoğunun programının seçmen kandırmaya dönük olduğu iktidar olduktan bir süre sonra anlaşılır) çaba harcadıkları için eleştiriye çok daha tahammüllü olsalar da, biraz kazıdığınızda o muhalif siyasetçinin altından da 'müstakbel muktedir' belirebilir. İstisnalardan değil, ortalama profilden söz ediyorum. Son zamanlarda muhalefet partilerinin kimi temsilcilerinin ve sempatizanlarının, düzgün bir dille yapılsa dahi eleştiriye karşı sinirli tutumlarını, yazının ilk satırındaki 'ülkede her şey zaman içinde birbirine benzemeye başlıyor' iddiasıyla açıklamak mümkün olabilir belki.
Burada bir şeyi eklemek gerekiyor: Türkiye'de siyasetçiler, partileri ve siyasetlerine yönelik eleştiriye, sempatizanlarından daha tahammüllü ve ne yazık ki durum, HDP dahil, hemen her partinin seçmeni için geçerli. Bunun birden çok nedeni olduğu kanısındayım, başka ve daha kapsamlı bir yazının konusu olsun. Özetle, 'demokrasi' yalnızca iktidara değil muhalefete de çok gerekli. Demokrasinin adı güzel, kendisi hayli zahmetli.
Yazan ve yorumlayan insanlar, onlara hangi sıfatlar uygun görülürse görülsün, herhangi bir partiye, siyasi harekete angaje olmadan, onun başarı ve başarısızlığını umursamadan, ortalamanın baktığı yerden bakmayı reddederek, en ayrıksı, hatta en saçma görünen düşünceleri dile getirebilir ve herhangi bir konuda öneri/çözüm sunmak zorunda ve konumunda da değildir. Eleştiren, somut çözüm makamı olmak, yol göstermek durumunda olmadığı gibi; 'çözüm önerisi' denilen, hiçbir zaman koşullardan, gerçek yaşamın zorunluluklarından bağımsız dile gelmez; ayrıca herkesin önereceği çözümün karşılığı aynı olmayabilir. Örneğin, Kürt sorununa dair “hepimiz kardeşiz, kız alıp veririz, etle tırnak gibiyiz” diyen ve bunun 'görüş' olduğunu ileri süren biriyle, sorunun çözümünü anadilde eğitim hakkının tanınmasında gören birinin ileri sürdüğü 'görüşün' toplumsal ve hukuksal karşılığı ile görüş sahibinin ödeyeceği bedel aynı olmaz. Nitekim muhtelif konulara ilişkin düşünceleri yeteri kadar 'muteber' kabul edilmediği için şu anda cezaevinde yatan insanlar var.
Bugüne dek, oyunu seyirci ya da eleştirmen tarafından beğenilmeyen hiçbir tiyatrocunun “Sıkıysa oku o konservatuarı da çık bakalım sahneye,” yanıtını verdiğine tanık olmadım. Ya da yemeklerine düşük not verilen lokanta sahibinin “Hadi geç mutfağa, giy o önlüğü, yiyorsa doğra bakalım onca havucu,” diyen bir lokanta sahibine. Yalnızca siyaset esnafı ve çoklukla o esnafın gereğinden fazla heyecanlı müşterisinde gözlemleniyor bu serzeniş ve alınganlık hali. Kendileri herkese mütemadiyen 'en doğru yolu' gösteren, buna mukabil hemen hiçbir akla itibar etmeyen, yalnızca övgü duymak isteyip eleştiriye öfkelenen, bir hoş insanoğlu. Yinelemekte yarar olabilir, istisnalar kaideyi bozmuyor!
Bunları yazarken, eleştiren ile eleştirilen arasındaki ilişkinin farklı biçimleri olduğu gerçeğini gözardı etmiyorum kuşkusuz. Dedim ya, diğer bir yazının konusu olacak. Birbirine benzeme iddiasına dönersem eğer, zaman zaman kendine gereğinden çok önem atfetmek de, kalem oynatanların bir kısmının zamanla meylettiği tatsız bir durum olmalı. Yazan çizen insan, eninde sonunda 'bir kanaat' sunuyordur, hepsi bu. Uzmanlık gerektiren durumlar değil kastım. Bir suç ve ceza söz konusu olduğunda ceza hukukçusunun diyeceğine dikkat edilir, depremler konusunda uzmanlaşmış olanın o konudaki görüşü önceliklidir, salgında hepimiz hekimlerin iki dudağına bakarız; olması gereken de bu. Güncel siyaset üzerine yazan ve yorumlayanların yaptığı ise 'yorumdan' ibaret eninde sonunda. Yazarı okuyan üç kişiyse, o üç kişiyle belli başlı kavramlar çerçevesinde sohbet ettiğini varsaymalı, yazan ve yorumlayan. İnsan, muhatabıyla eşitlikçi bir ilişki kurmak yerine, kendi sözüne, konumuna, titrine fazlaca güç/etki vehmederse, gülmecenin konusuna dönüşür. Eleştiren insana “o zaman siyasete gir” tepkisini gösterenler gibi. Üstelik bu ifadeyi sarf eden partililerin/sempatizanlarının, siyaseti bir parti çatısı altında yapan herkesin bunu tümüyle kamusal yarar gözeterek, ömründen fedakarlıkla yaptığı yanılgısıyla malul olduğunu da eklemek iyi olur. Özellikle 'müesses çizgiyi benimsemiş' siyasetçiler çile çeken değil, o şekilde siyaset yapmak ve yaşamak isteyen insanlar. Bugüne dek herhangi bir milletvekilinin, başına silah dayandığı için mecburen vekil olduğunu işitmedim.
Yazan çizen ve eleştirenlerin, yalnızca yazıp çizip eleştirdiğini; söz konusu eylemlerin parti ya da parlamento çatısına gereksinim duymadığını, siyaset üzerine kafa yoranların pek çoğunun -eğer akıllarını kaybetmedilerse- dünyayı yerinden oynatmak gibi bir iddialarının olmadığını kabullenmek çok güç olmamalı. “Sıkıysa gir o zaman siyasete, boyunun ölçüsünü görelim” ifadesi, olsa olsa biraz daha sığlaşmaya hizmet eder. Yeri gelmişken, başka bir dilde “insanların aklını pazara çıkarmışlar, herkes yine kendi aklını almış” gibi bir atasözü var mıdır acep? Eleştiri konusuna, eleştirinin yalnızca gerekli değil aynı zamanda zorunlu olduğu, iddiasıyla devam edeceğim...
Yazı önerisi: Tanıl Bora'nın yazısını, okumanız dileğiyle buraya bırakıyorum.
İklim krizi notu: Açık Radyo'da, Açık Yeşil programının 26 Ağustos tarihli kaydı.
Murat Sevinç Kimdir?
İstanbul'da doğdu. 1988'de Mülkiye'ye girdi. 1995 yılında aynı kurumda Siyaset Bilimi yüksek lisansına başladı ve 1995 Aralık ayında Anayasa Kürsüsü asistanı oldu. Anayasa hukuku ve tarihi konusunda makaleler ve bir iki kitap yayınladı. Radikal İki ve Diken'de çok sayıda yazı kaleme aldı. 7 Şubat 2017 gecesi yüzlerce meslektaşıyla birlikte OHAL KHK'si ile Anayasa ve hukukun bilinen ilkelerine aykırı bir biçimde kamu görevinden atıldı.
Amaan geçecek geçecek, vallahi en güzel günleriniz! 12 Ekim 2021
O muhafazakâr aynaya bakıp biraz da kendi haline dertlensin... 05 Ekim 2021
Endişeli muhafazakâr, geçenlerde Validebağ'a moloz döktü! 28 Eylül 2021
Yurtsuz öğrencilik ve av olmaması gereken yurttaş... 23 Eylül 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI