Rusya ile yine, yeni, yeniden
Galiba bu kez sorun Türkiye’nin ne istediği değil, Batı’nın Türkiye ile ilişkileri koparmak isteyip istemeyeceği. Batı medyasındaki “Türkiye’yi bırakıp güvenilir ortak bulalım” çağrıları yabana atılır gibi değil.
Çok değil bundan 3-4 ay öncesine kadar en önemli sorunlarımızdan birisi Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Rusya ordusu ile savaşıp savaşmayacağıydı. Her ne kadar sonuçları felaket olabilecek bir sıcak çatışma yaşanmamış olsa da, uçağın düşürüldüğü 24 Kasım 2015’den bugüne kadar geçen 259 gün içinde yaşanan gerilim zaten epey zorluk içindeki Türkiye ekonomisine çok ciddi bir zarar verdi. Rusya Suriye’ye bütün askeri gücüyle yerleşti, Doğu Akdeniz’de ciddi bir askeri varlık elde etti.
Daha birkaç ay önce savaşın eşiğine geldiğimizi düşündüğümüz komşumuzla ilişkilerimiz bu hafta itibarıyla yeniden temize çekilmekte. Üzerinde Putin ve Erdoğan’ın el sıkışırken çekilmiş fotoğraflarının olduğu bir masada birlikte yemek yiyen taraflar 24 Kasım öncesine dönme konusunda mutabakata vardıklarını açıklıyorlar. Türkiye tarafı üzgün; hatta kimileri Rus uçağını düşüren ve Türkiye’yi uluslararası arenada hiç de arzu etmediği bir pozisyona sokan kişi veya kişilerin “orduya çöreklenmiş Gülenci subay”lar olduğunu iddia ediyor. Rusya tarafı da bu iddiayı sahiplenmeye hazır. Zira kendi meclisini bombalayan bir ordunun, Erdoğan’ı ve AK Parti’yi zor durumda bırakmak için Rus uçağını düşürmüş olması hiç de o kadar gerçek dışı bir iddia değil. Ama yine de uçağın düşürülmesinin neden bu kadar çabuk ve güçlü bir biçimde Türkiye hükümeti tarafından sahiplenildiği Rusya açısından halen belirsiz.
NE OLDU DA YUMUŞADILAR?
Birbirlerine en ağır suçlamaları yönelten bu iki lider ne oldu da yumuşadılar? Bütün bu gerilimlerden sonra (ve daha darbe öncesinde) Cumhurbaşkanı Erdoğan Putin’e her ifadenin karşılıklı olarak müzakere edildiği belli olan ve içinde özre benzer bir kelimenin geçtiği (hem Rusya hem Türkiye kamuoyunu günlerce özür müydü değil miydi diye meşgul edecek) bir mektup yazması nasıl mümkün oldu? Bu gerilimlerin yumuşamasında iş adamlarının ve başka devlet başkanlarının araya girmesi kolaylaştırıcı etken sayılabilir. Ama çıkar algısındaki hangi değişiklik, hangi iç müzakere süreçleri bu iki lideri birbiriyle uzlaşamaya açık hale getirdi?
Yaşananlara dair pek çok soru belirsizliğini koruyor olsa da, yaşanan ani yakınlaşmanın nedenlerine dair pek çok ipucu da var. Her şeyden önce bu yakınlaşma iki ülkenin ekonomik işbirliği düzeyi düşünüldüğünde her iki ülke açısından da faydalı. Nitekim her iki ülke içinde (eşitsiz bir biçimde de olsa) diğeri ile kurduğu ekonomik ilişkiler vazgeçilemeyecek kadar önemli. Her iki ülkenin popülist siyasi liderlerinin yönetmeye devam etmek için hızı azalmayan ekonomik genişlemeye ve komşularıyla daha az sorun yaşamaya ihtiyacı var.
BATI’YA KARŞI KARŞILIKLI DESTEK
Ama bunlardan daha önemlisi, her iki ülkenin de Batı ile kurdukları gerilimli ilişki. Nitekim tarihsel olarak Türkiye-Rusya ilişkilerin belirleyen en önemli dinamik bu iki ülkenin Batı ile kurduğu ilişkinin/ittifakın derinliği ve istikrarı. Hem Türkiye’nin hem Rusya’nın birbirleriyle olan ilişkilerini Batı ile olan ilişkilerinde bir koz olarak kullanmaları ve özellikle Türkiye’nin Batı ittifakı içindeki pozisyonu tehlikeye girdiğinde Rusya ile ilişkisini güçlendirme isteği tarihsel bir eğilim.
Üstelik Batı kaynaklı bir darbe ile iktidarından edilmekten korkan, eski Sovyet coğrafyasındaki tüm halk hareketlerini Batı kaynaklı darbe teşebbüsleri diye değerlendiren Putin’in, kendisi ile benzer bir tehdit algısına sahip Erdoğan’a yönelik sempatisinin darbe girişiminden sonra artmış olabileceğini söylemek tuhaf olmaz. Belki de bu hızlı yakınlaşma iki liderin onları devirmek için ant içtiklerini düşündükleri uluslararası aktörlere verdikleri örtük bir gözdağı olarak görülebilir. Belki de o fotoğrafın gizli mesajı “farkındayız ve hiçbir yere gitmiyoruzdur.” Bu mesajı kim aldı, alması gereken birileri var mı bilinmez. Ama iki liderin paylaştığı güçlü uluslararası komplo hissinin onları umulmadık biçimlerde yan yana getirmiş olabileceği de reddedilemez.
TÜRKİYE “AVRASYACI” OLUR MU?
Peki, bu durum ve bu son yakınlaşma Türkiye’nin Batı’dan koparak Rusya ile Avrasyacı bir bloğa girmesini mümkün kılar mı? Rusya ile yakınlaşma hamlesi Türkiye’de 15 Temmuz sonrası güçlendiği iddia edilen Avrasyacı eğilimin sonucu olarak mı ortaya çıkmıştır?
Her şeyden önce hâlihazırda küresel siyasette belirleyici olan güçlü bir Avrasyacı bloğun yokluğu bu soruya olumlu bir cevap vermeyi imkansız hale getiriyor. Kendi içinde çatışmalı ve üyelerinin hangi ortak vizyona sahip olduğu belirsiz Şanghay İşbirliği Örgütü gibi birliktelikler Türkiye hükümetinin uluslararası ittifak sorununu çözebilecek kapasiteye ve olanaklara sahip değiller. Üstelik Türkiye’nin ekonomik partnerlerinin halen esasen Batı ülkeleri olması, ülkeye giren sıcak paranın çok merkezli olması, ordusunun NATO ordusu ile entegrasyonu Batı bloğu dışında bir patikanın siyasetçiler arzu ettiğinde bile kolaylıkla tercih edilemeyeceğini gösteren yapısal faktörler. Tam da bu yapısal nedenler yüzünden Avrasyacılık Türkiye’de (özellikle hükümet edenler arasında) hiçbir zaman güçlü bir siyasi pozisyon olamıyor. Yakın zamanda Davutoğlu örneğinde gördüğümüz gibi, Türkiye’de Üçüncü Dünyacılığın bütün önemli siyasi temsilcilerinin iktidar koltuğuna oturur oturmaz Batı bloğunun yılmaz savunucusu haline geliveriyorlar.
TARİHSEL HAFIZA
Rusya ile Türkiye arasında kalıcı bir ittifak hattının kurulmasına yönelik bir diğer engel bu iki ülkenin tarihsel hafızaları. Bu iki ülke birbirileri için güvenilmez partnerler. Birbirlerine iktisaden ve siyaseten ihtiyaç duymaları, Batı’ya karşı stratejik ortaklık kurabilecekleri ve bunu sürdürebilecekleri anlamına gelmiyor. Ortaklıkları hiçbir zaman kalıcı bir kurumsal ilişkiye evrilmemiş. İlişkiler hep bir dargın bir barışık. Bugüne kadar ilişkilerin yürütülebilmiş olmasının temel nedeni ilişkilere hâkim olan “o ayrı konu, bu ayrı konu” yaklaşımı. Sorunlu alanların sorunsuz alanları en az etkileyeceği konu odaklı ortaklıkların inşa edilmiş olması.
Nitekim Rusya ve Türkiye arasında ayrı bir kompartımanda minimum sorunla devam eden ekonomik ilişkiler, mesele siyasi/jeopolitik çıkarlar olduğunda tamamen çıkmaza sarabiliyor. Bu çıkmaz uçak krizinde olduğu gibi, bütün ilişkileri bir gecede yıkabilecek bir potansiyele de sahip. Özellikle Suriye konusunda Türkiye ve Rusya’nın bugüne kadar tanımladıkları stratejik çıkarlarının birbiri ile uyuşmadığı bir sır değil. Üstelik yine Suriye konusunda Rusya’nın küresel tehdit algısının bugün Türkiye’den daha fazla Batı ile uyuştuğu da bir sır değil. Nitekim hem Batı hem de Rusya için en önemli küresel tehdit İslami terör. Hatta kendi Müslüman nüfusunun radikalleşme eğilimini en büyük iç tehdit olarak gören Rusya bu konuda İslam’ın ılımlısı olabilir diyen Batı’ya kıyasla çok daha sert bir tutuma sahip.
KAYGAN İTTİFAKLAR SİYASETİ
Hal böyle olunca Türkiye’nin Suriye konusunda da Rusya ile müzakere etmesi, sadece Rusya’ya yakınlaştığını değil; Suriye konusunda hem Batı’ya hem de Rusya’ya yakınlaştığının ve son 5 yılına hâkim olan pozisyonundan taviz verebileceğinin bir işareti. Putin’in bu yeni yakınlaşmadan almayı umduğu en temel fayda Erdoğan’ın Suriye politikasını gözden geçirmiş olması.
Rusya ziyaretinde Hakan Fidan’ın bulunmuş olması, görüşme sonrasında Suriye ile ilgili konuların geniş bir biçimde görüşüldüğünün ifade edilmiş olması bu hususta ciddi müzakerelerin yürüdüğünün de bir göstergesi. Üstelik bu müzakerelerin Batı’ya rağmen yürümediği de ifade edilmeli. Nitekim görüşmeyi değerlendiren ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Elizabeth Trudeau IŞİD’in ortak kaygı olduğunu; Almanya Dışişleri Bakanı da Rusya’nın Türkiye’ye alternatif bir güvenlik ortağı olamayacağını söylemesi bu yakınlaşmanın Batı’ya rağmen olmadığı izlenimini veriyor. Zira Batı’nın sorunu da Rusya ile aynı: Türkiye’nin Suriye politikası.
Türkiye Batı ile her zaman gerilimli ilişkileri olan bir ülkeydi. Bu gerilim genellikle Türkiye’nin kriz dönemlerinde arttı. Krizlerin faturasının Batı’ya kesilmesi geleneği de Türkiye’de yeni değil. Türkiye Batı’yı her zaman hem dövdü hem sevdi. 15 Temmuz’un faturasını Batı’ya kesilmesi Türkiye tarafından bakıldığında bu ilişkilerin koparılma noktasına geldiği anlamına gelmiyor. Türkiye her zamanki gibi Batı’yı dövmeye ve sevmeye devam etmek istiyor.
Ama galiba bu kez sorun, Türkiye’nin ne istediği değil. Bu kez sorun Batı’nın Türkiye ile ilişkileri koparmak isteyip istemeyeceği. Nitekim 15 Temmuz sonrasında Batı medyasında sürekli yer alan “Türkiye’yi bırakıp, güvenilir ortak bulalım” çağrıları hiç de yabana atılır cinsten değil.
Peki, Türkiye Batı onu artık tamamen bırakırsa nereye gidecek? Sanırım önümüzdeki dönemin temel sorusu bu olacak.