Çınar yaşlılığı, söğüt yaşlılığı
Çocukla ve yaşlıyla kurulacak ilişkiyse bir ömürlük sınav. Hele de soyu kırılmış bir halka mensupsan, ölüm hiçbir zaman yiten tek bir canı kapsamaz.
İnsana yaşlılığını düşündüren an, ne zaman gelir çatar? Gerçekten yaşlılık yılları geldiğinde mi? O zaman bunca çizgisellik içinde zaman denen boyutun hiçbir büyüsü kalmazdı hayatta. Kez sanat içinde büyülendiğimiz bütün o kurgu yapısı yerle bir olurdu. Sözün kısası fazlasıyla düz, adeta hayatın mucizesine hakaret sayılacak bir hayatımız olurdu. Hani şu “Ne yapayım işte, zaman öldürüyorum” dediğimiz cinsten. Aslında eskilerin deyimiyle yüreğimizin böcüğünün öldüğü cinsten. Son kullanma tarihli, raf ömürlü ürün halimizden.
Farklı kültürlerin yaşlıya saygıyı öngören kabullerini bir yanına bırakacak olursak, bu dünyanın düzeni Darwin kanunlarına göre işliyor. Güçlünün zayıfı ezdiği sefil bir zincirleme kaza şeklinde. O kadar ki, tarihten coğrafyaya, siyasetten kültüre, işten aşka her bir durak; matruşka iktidarlar halinde dizili. Büyük küçüğü yutar, ta ki zincirin kale bile alınmaya değer görülmeyen toz zerresine varıncaya kadar.
Güçlünün ve zayıfın tanımıysa en az hayat kadar karmaşık. Her ne kadar kapitalist sistem, kendi içerisindeki işlevsellik, maddiyat ve sömürü üzerinden basamak esasına dayalı bir düzenek dayatsa da, iktidar; kırk kapılı oda ve herkesin elinde kilidi açmaya dayalı değişik anahtarlar var.
Ancak değişmeyen gerçek, yaşlılığın; insanın kendi bedeni, zihni, ruhu üzerindeki eski denetimini kaybettiği hissiyatıyla geliyor oluşu. O yüzden ilk acı ve hayal kırıklıkları büyümenin, ilk kayıtsızlık ve mücadele ya da his yılgınlığı da yaşlılığın adı.
Son zamanlarda yaş ve yaşlılığı bunca düşünüyor oluşum, elbet bana kendi içimde bir şeyler söyler. Ancak bundan bağımsız olarak yaşlılıkla ilgili giderek daha fazla sahneye de rastlıyorum. Sadece algıda seçicilikle açıklanamayacak kadar çok.
UNUTULMUŞLUĞA TERKEDİLENLER
Bunların en günceli İtalya’dan geldi. Başkent Roma'da polise gelen bir ihbar, yaşlı bir çiftin çığlık çığlığa ağladığı şeklindeydi. Hırsızlık ya da saldırı vakasıyla karşılaşacaklarını bekleyen polislerse 89 ve 94 yaşlarındaki çiftin, televizyonda gördükleri kötü haberlerin de etkisiyle, yalnızlıktan ağladığını gördü. Polis memurları yaşlı çifte tereyağlı, peynirli makarna pişirdi ve akşamı onlarla sohbet ederek geçirdi.
Jole ve Michele'yi bir bebeğin içgüdüsel ağlayışına geri götüren hale yalnızlık diyoruz. Bir başınalık, ıssızlık… O ki artık işlevsel değilsin, unutulmuşluğa terkedilirsin.
Büyük şehrin yutan kalabalığında, evlere çekilen kaçımızda yok ki bu ‘taslaklarda unutulma’ hali. Sahi, kaçımız oynamıyor cesedimizin kokacağı fikriyle. Ve yaşlılık da ilk o zaman boy veriyor usulca içimizde.
Yönetmenliği ve senaristliğini Sharon Maymon ve Tal Granit’in üstlendiği ‘Mita Tova’ (Veda Partisi), insanın ve toplumun yaşlılıkla yüzleşme hallerini acı bir ironiyle ele alan bir filmdi. Bir huzurevinde yaşayan birkaç eski dostun, ölmek isteyen bir arkadaşları için bir ötanazi makinesi icat etmesi ve fısıltı gazetesi eşliğinde bu makineyle tanışmak isteyenleri artması şeklinde gelişen film, iki şeyi anımsatıyordu bize; yaşlandı diye insan kimsenin oyuncağı olamaz; onurunu koruyarak, vakar içinde ölmek her insanın hakkıdır. Filmin en çarpıcı sahnelerinden birinde, Alzheimer hastalığı günden güne ilerleyen kadın arkadaşları bir gün giyinmeyi unutup kahvaltı salonuna geldiği için utancından ve üzüntüsünden bunalıma girince, gece yarısı bütün ekip onu çırılçıplak karşılamıştı. Birden bire her şeyi yaşlı anne babalarından daha iyi bilir hale gelen, onların da birey olduğunu ihmal etmeye başlayan, sorun çözme odaklı yetişkin çocuklarına ve elbette öncelikle de kendilerine hayata halen muktedir olduklarını gösteriyordu bu yaşlılar. Onurları için hak teslimi istiyorlardı.
EKSİKLİ BAYRAM
O hak bir ömürlük mesai. Çocukla ve yaşlıyla kurulacak ilişkiyse bir ömürlük sınav. Hele de soyu kırılmış bir halka mensupsan, ölüm hiçbir zaman yiten tek bir canı kapsamaz. Zira, hayatı ve kendini var etme olasılıkları ellerinden alınmış, sesine kastedilmiş halk, kalanlar üzerinde hiç fark etmeksizin bir ölüm-kalım savaşı verir. Bazı insanlar o kevgire dönmüş ortak belleği sahiplenir. Masalları, resmi tarihin kapsamadığı birebir anıları kayda geçer, gelenekleri sürdürür. Dil sadece konuşulan değil, toprağından sökülmüş köklerin şifacısı olarak korunan bir hazineye dönüşür. Bir ninni artık sadece bebekleri uyutmaz, hepimizi anlatılmamış ama hiç unutulmamış olan mırıltısına ortak eder. O zaman yaşlılar, koca söğütlerdir, güngörmüş çınarlardır artık. Gerçekler canını yaktığında onların serinliğine sığınırsın. Ve içlerinden birileri öldüğünde birden çok azalırsın.
Dün Ermeni Apostolik Kilisesi’nin beş büyük bayramından biri olan ‘Verapokhum Surp Asdvadzadzni’ yani Meryem Ana’nın Göğe Alınış Yortusu kutlandı. Bayramların ardındaki, geçmişi ta Pagan döneme kadar uzanan hikâyeleri bize anlatan bu dev çınarlarımızdan birini, Agos gazetesinin temel direği Baron Sarkis Seropyan’ı aradı yine gözüm. Hoş, onu özlemek için bayrama hacet yok ama azalmışlığımı hissettim. Ve onun tornasından geçerken, sofrasından nasiplenirken ne kadar şanslı olduğumu. Sözü, sevgili büyüğüme bırakıyorum:
“Hıristiyanlığın kabulünden sonra Yeni Yıl kutlamaları İsa Mesih’in doğum gününe bağlanırken, Kuzey yarım küre için bolluk-bereket günleri olan Ağustos ortalarına da (eski Navasart) Asdvadzadzin’in Verapokhum (Meryem Ana’nın Göğe Alınışı) Yortusu yerleştirilmiş. Bunun bir nedeni de Kutsal Meryem’in vefatının Ermenilerin en önemli tanrıçası olan Anahit gününe rastlamasıdır. Böylece de Hıristiyanlık sonrası tüm dua ve ilahiler tanrıça Anahit yerine Meryem Ana’ya ithaf edilmiş, Asdvadzadzin kadınlar için en önemli bayram olagelmiş.
Kırsal yörelerde, Asdvadzadzin arefesinde, papaz sağ eline makası sol eline ise haçını alıp tören giysileriyle, yardımcıları eşliğinde, mumlar ya da kandiller yakarak manastır olan yerlerde manastır bahçesine, olmayan köy ya da kasabalarda ise kizirin (köy başkanı ya da yardımcısı) bağına giderek açık hava ayini (andastan) yapar. Daha sonra kestiği ilk üzüm salkımını, Tanrı’nın bağları, Nuh Peygamber’in gemisi, Musa’nın ilk mâbedi, İsa’nın haçı, Meryem Ana’nın gözyaşı ve Aziz Krikor’un imanı ile kutsar. Böylece bağların her dem yeşil ve salkımların dolu dolu olacağına inanılır.
Bu kutsamadan sonra, artık bağlardan üzümler toplanabilir; ancak ertesi gün, kilisede kutsanmadıkça yenmez. Kutsanmış ilk üzüm salkımlarından, kuşların da mahrum kalmaması için ayazmalara (‘lusağpür’, kutsal pınar) ve haçkarların üzerine bırakılır. Aynı üzümden şarap fıçılarına atılır, bir miktarı da bereket olarak ertesi yıla kadar evlerde saklanır.”
Birbirimize ve bereketime hakkıyla, layıkıyla sahip çıkmak dileğiyle…