Muhafazakârlık ve dindar muhafazakâr
Suyun halden hale geçişi gibi insanlık da bir kararda durmaz demiştik ya donar bazen de… Dondurunca inanç esaslarını, katı bir kalıba dönüşür, din. İçimizdeki ilahi cevheri unutuş sahte cevherlerin gözümüzü kamaştırmasına yola açar ve görmez oluruz hakikatleri.
Suyun halden hale geçişi gibi insanlık da bir kararda durmaz. Kaynar, bazen. Pek yaman zamanlar yaşarız, o kaynayışlarda. Eskilerin fitne zamanı dediği, doğruyla yanlışın iç içe geçtiği bir kargaşa. Dayanılmaz acılar çeken insanlar, yaşanan zulmün yanı sıra iyi ile kötüyü seçmek isterken de akıl almaz sancılar çeker. İmsak için beyaz iplikle siyah ipliği ayırt edecek kadar ışığı bize sunan fecr-i sadık misali ümit vaat eden bir aydınlığa ihtiyaç duyulur. Hikmete, hikmetin işaret ettiği temel ilkelere sarılıp ayakta kalmak gerek böyle zamanlarda. Çoğunluksa düzeni korumaya, geleneği muhafazaya hatta geçmişin biçimselliği içinde geleneği yaşamaya yönelir. Kolay olanı seçip din sandığı geleneği korumaya çalışır. Muhafazakâr-dindar ya da dindar-muhafazakâr, pek tuhaf zihinleri tırmalayan bir ikili hâkim olur dillere, bugünlerde sıkça duyduğumuz gibi. Oysa o kaynayışa yol açan, o korumaya kalkışılan ve din/hakikatin aydınlığı olmaktan çoktan çıkmış, gelenektir. Örfü yaşatmak isterken özü çürütmüş olmakla beslenip büyüyen nifak tohumlarından kurtulmak için öze dönmek, özü diri tutmak gerek aslında.
Her din özünde devrimciyken özünden uzaklaştıkça, kalıplara girip yeni şekillere büründükçe sıyrılır, yapı-bozum ve yeni-yapım öznelliğinden. Başlangıçta din, içine doğduğu geleneğin kodlarıyla savaşarak kendini topluma kabul ettirirken yıkar, alışkanlıkları. Ve kurar kendi yeni düzenini. İbrahim’in putları yıkışı nasıl gerçek bir devrimse bir o kadar köklü, kalıcı bir yeni yapım modeli sunmuştu insanlığa. İlahi bir model… Bütün İbrahimî dinlere devrimci kök olmuştu, putları yıkmak. Musa’nın asasıyla yarıp Kızıldeniz’i, geçirişi İsrail oğullarını, yalnızca halkını zulümden kurtarmak değildi. Firavunu ve askerlerini engellemekten de ibaret olmayıp o geçiş, aynı zamanda ve hepsinden önemlisi yeni-yapım sembolüydü. Geçmişe ilişkin tüm alışkanlıkların terk edildiği bir başlangıçtı. İnsan onurunu yüceltmenin yollarını öğreten, öğretmekle de kalmayıp yaşamayı mümkün kılan inanç devrimlerinden biri daha gerçekleşmişti.
Ve… Hicret…
O, ne zorlu bir terk ediş ne keskin bir kopuştu gelenekten. Yolun, çetinliği ve tehlikelerinden çok daha fazlası… Hicret, benliğinden göç edip derununda saklı öze, yöneliştir çünkü. İnsan kendisinden kaçabilir mi, deriz sıklıkla. Alışkın bir dille de cevaplarız hemen mümkün değil diyerek. Hz. Muhammed ve muhacirin yaptığı hicreti hiç anlamamış gibi. Mekke’den Medine’ye gitmekmiş gibi sadece sıradan bir göç hikâyesi gibi anlar, anlatırız. O gidiş ki gerçekte her adımı bir sıyrılış, kendinden ve geçmişin put edinilmiş adetlerinden. Çölde atılan her adımla bırakılan ayak izi, hemen ardından kumun kımıltısıyla silindiğinde, bir parçası daha terkedilmiştir, benliğin. Kendisini var eden gerçekliği yok edişin seçilmesidir, Hicret. Bile isteye kendinden kaçışın hikâyesi… Cahiliye ahlakından kopup İslam ahlakına yaklaşmaktır, hicrette atılan her bir adım. Medine’ye ulaşıncaya kadar kilometrelerce devam eder, suretten sirete göç. Gruplar halinde yapılmış olmasına rağmen çekilen meşakkat kişiseldir. Peygamberimiz ve her bir muhacir birey olarak atmıştır, kendi yükünü. Hafifletmez tersine yeni sorumluluk yükler her birine bu sıyrılış. Yeni bir düzen, atalarının dininden Allah’ın dinine geçişin sancısı olan hicret, kendinden sonrasına emsal olma sorumluluğunu da yükler, muhacirinin sırtına. Mekke döneminde ve hicret esnasında yaşanan yakıp kavurucu çile, insaniyetin, bir kere daha yeniden doğuşunun sancısıydı. Sonra o sancı, suyun kaynamasıyla buharlaşıp yağmur olarak inmesi gibi rahmet olup yağdı, insanlığın üstüne.
Suyun halden hale geçişi gibi insanlık da bir kararda durmaz demiştik ya donar bazen de… Dondurunca inanç esaslarını, katı bir kalıba dönüşür, din. İçimizdeki ilahi cevheri unutuş sahte cevherlerin gözümüzü kamaştırmasına yola açar ve görmez oluruz hakikatleri. İşte o zaman yeni putlar yaparız kendimize. Biz dindarlar, muhafazakârlaşınca, putları yıkan dinden put icat eden dinler üretiriz. Büyüklerimize saygı, geçmişimize bağlılık meziyet olduğu kadar da isyandır. Ataların dinini yaratır alışkanlıkların sürdürülmesindeki ısrar. İnsanlık çok defa geleneğini muhafaza etmek isterken isyankâr olmuştur, Allah’a. Niyeti, emredileni yapıp, sakındırılandan uzak durmak olduğu halde, üstelik… Çünkü biçimleri görmek, görünmeyen özü fark etmekten, kolaydır. Kolay gelen seçildiğinde ise İbrahim’in armağanı ilahi model bir zaman gelir illaki bozulur. İnsan hırsı ve tutkularıyla, nefsin emrine girişiyle din, tanınmaz hale gelir. Tanınmaz hale gelir çünkü Allah’ın dini, insan onurunu yüceltmek üzerine kuruluyken insanın ürettiği din, dünyevi kurumları yüceltir, insan onuru pahasına. Gelenek-görenek deriz, bazen. Kimi zaman devlet-millet veya iktidar olarak çıkar, karşımıza. Çoğunlukla da zenginlik ihtirası, insanların gözünden siler, insanlığı. Aileyi önemser ama içindeki kadını yok ederiz. Vatanı üstün tutarız, vatandaşın hayat ve haysiyetinden. Zira muhafaza edilmesi gerektiğine inandığımız değerler vardır. Din olmaktan çoktan çıkmış olan değerleri, bir de hiç düşünmeden din olarak aktarmaya çalışırız yeni nesillere, döngüyü tamamlamak ister gibi.