Yaz gazeteci, hep yaz!
Gazetecilikten söz ettiğim kim bilir kaçıncı yazı bu. Gazetecilerin özgür olmadığı ülkede, kim bilir daha kaç kere yazacağım. Hepsinin başlığı aynı: Toplasanız kitap olur! Her biri ayrı şeyden söz ediyor ama özleri aynı.
Şuradan gireyim lafa: 1948 yılında bugün, Türk Basın Birliği, 50. yılını dolduran 96 gazeteciyi ödüllendirmiş. Gazetecilik mesleğinin saygıyla anıldığı, gazetecilerin hürmet gördüğü yıllar bunlar. “Gazeteci”lerin olmadığı, onların tetikçilikle ilişkilendirilmediği yıllar… “Sahibinin sesi” olmayı tercih eden, ilişkiyi ilerlettiği kertede “teşvik” alan ve ihya olan “gazete”lerin henüz yayımlanmadığı, teşebbüste bulunanın rezil edildiği yıllar. Bu yüzden iktidarın baskısının daha çok hissedildiği yıllar –ki 1950 sonrası bu daha da artacak, Adnan Menderes, karşı haber yayımlayan gazetelere savaş açacak… ‘60’lı ve ‘70’li yıllar görece refah geçecek, 12 Eylül sonrası ilk hedeflerden biri, gazeteciler olacak.
Böyle yollardan geçti Türkiye. Bugün, gazeteciler tutuklanıyor, gazeteler kapatılıyor, radyoların ve televizyonların yayını durduruluyor. İnternet sitelerine getirilen erişim yasağı, cabası. İktidarın sevmediği haberler yayından kaldırılıyor, yazanlar hakkında soruşturma başlatılıyor. “Özgür basın” artık kocaman bir hayal. Her şeyden önce, haber alma özgürlüğümüz engelleniyor –ki insan haklarına aykırı bir durum bu.
En fenası, olanlara rağmen sessiz kalanlar. Eskilerden, çok sevdiğim bir sloganı yürürlüğe sokmanın tam zamanı: Susma, sustukça sıra sana gelecek! Sahiden öyle. Bugün susanlar, yarın sıra kendilerine geldiğinde yanlarında kimseyi bulamayacak. Şu çok net: Basına ket vurulamaz, baskı yapılamaz, herkesin her yerden haber alma özgürlüğü vardır. Bunu engellemek, yaşamı engellemeyle eşdeğer. Bugün bunu yapan, kimsenin hayat tarzına karışmadığını iddia eden ve kendini “özgürlükçü” sayan iktidar. Özgürlük bahsinde aynı düşünmediğimiz aşikâr: Yandaşlarını özgür kılan, kendilerine karşı en ufak hareketi tehdit olarak algılayan ve üstüne giden bir sistem var şu anda. Üstelik bu hal giderek daha da şiddetleniyor, baskı artıyor.
Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu, Türkiye cezaevlerinde tutuklu ve hükümlü bulunan gazetecilerin listesini yayımladığı (tutuklugazeteciler.blogspot.com üzerinden ulaşılan) bloğu her an güncelliyor. Yazının yazıldığı gün itibariyle bu sayı 93’tü. Can Dündar – Erdem Gül ikilisinin tahliye edildiği 26 Şubat günü bu sayının 32 olduğunu hatırlatırsam, kat ettiğimiz yolun “uzun”luğu ortaya çıkar: Yedi ayda üç katına çıkmış rakam! Yazık ki burada da durmayacak, her geçen gün yapılan “operasyon”larla artıyor bu. İşsiz kalan, işini yapamayan, gözaltında olan, öldürülen gazetecileri hesaba katmıyorum bile.
Sadece gazeteciler değil, akademisyenler de baskıdan nasibini alıyor. Çok sevdiğim, yaptıkları işe hayran olduğum arkadaşlarım, “iş”lerini uzaktan beğeniyle izlediğim tanıdıklarım, derslerine konuk olduğum insanlar artık ders veremiyor. Gülseren Adaklı, M. Hakan Koçak, İlkay Kara ve nicesi… Bilim yapmak üzere üniversiteye girenler, barış istedikleri için uzaklaştırılıyor. Üstelik uzaklaştırılacak isimler, bizzat rektör tarafından belirleniyor ve hazırlanan listeler ilgili mercilere ulaştırılıyor. 12 Eylül, “sayın muhbir vatandaşlarımız”a teşekkür ederdi, yeni iktidar “sayın muhbir rektörler”i ödüllendiriyor. Sağlam duran üniversiteler de var elbette: Orta Doğu Teknik Üniversitesi, bunlardan biri. Bugün, bir anlamda bu şahane kurumun hayatımıza girdiği gün. 1957’de Yalıncak köyünde temeli atılan, Ekim 1962’de yeni yerleşkesine taşınan ODTÜ, 1 Ekim 1963’te İsmet İnönü tarafından “resmen” açıldı.
2 Ekim, enteresan bir tarih. Geçmişe dönüp baktığımızda, bugün “değişik” olayların yaşandığını görüyoruz. 1974 yılında, 27 Mayıs darbesinden sonra Milli Birlik Komitesi’nin başına gelen Cemal Madanoğlu, darbecilik suçlamasıyla yargılandığı davadan beraat etmiş. Bir iktidar yargılıyor, diğeri aklıyor. Dört yıl sonra, Alparslan Türkeş liderliğindeki Milliyetçi Hareket Partisi, sıkıyönetim ilanı talep etmiş. Bugün, onun devamı olan partinin lideri Devlet Bahçeli, OHAL’in uzatılması gerektiğini söylüyor. Bu cephede değişen bir şey yok yani…
Lafı müziğe getireyim, gazetecilik bahsinde hatırıma düşen kaydı hatırlatayım: Selda Bağcan’ın seslendirdiği Âşık Mahzuni Şerif türküsü, “Yaz Gazeteci Yaz”. ‘70’li yıllarda yaşananlar üzerine yakılmış bir türkü bu. Olanları tane tane anlatıyor. Tarihin tekerrürden ibaret olduğuna dair deyimi doğrulayan sözleri var: “Aman gazeteci gel bizim köye / Bizim halları da yaz / Şehirde ojeli parmakları yazma / Bir de bizim köyde nasırlanmış elleri / Yaz gazeteci yaz // Bankada parası olan kulları yazma / Onlara aldanıp yolundan azma / Şehirden asfalt geçen yolları yazma / Bir de bizim köyden eşşek geçmeyen yolları / Yaz gazeteci yaz…” Bugüne dek pek çok isim tarafından yorumlanan bu türkü, katkılarla gelişti ve en son Gaye Su Akyol’un repertuvarına girdi. Genç şarkıcı, sözleri şöyle güncelleştirdi: “Faşist diktatörleri yazma / Onlara uyup halkını satma / Doğuda ezilen halkları yazma / Bir de Gezi’de öldürülen dostlarımızı da / Yaz gazeteci yaz…”
Son bir bilgi: Bugün, “Dünya Şiddetten Kaçınma Günü”. Ne kadar manidar.