YAZARLAR

‘Çakma Emek’ ya da bir gasp hikayesi

Çakma Emek’ hafta sonu yapılan bir etkinlikle ‘sezonu’ açtı. Kimi aklı evveller ‘tıpkısının aynısı’ diye propaganda yapa dursun, Emek’in yıkımı ‘teknik’ bir konu değil, ağır bir gasptır. Biz bu gaspın parçası olmayacağız.

Babaannem, bizim köydeki Ermeni kilisesinin parça parça sökülüp Şavşat’ta ‘hükümet binası’ inşasında kullanılışını öfkeyle anlatır hep. Kilisenin özenle sökülüp götürüldüğü o günü çıkaramamış aklından. 1930’lu yılların sonundan bahsediyorum. Kilise sökülürken köydeki bütün çocukların hüngür hüngür ağladığını anlatır. Bu çocukların kiliseye karşı her hangi bir dini bağı da yok üstelik. Tek bir bağları var. Orayı yıllarca oyun evi olarak kullanmışlar. Kilisedeki heykellere, ikonalara nasıl anlamlar yüklediyse artık, çocukluk hatıralarının en güzel anlarını kilisede geçirdiği zaman oluşturuyor. Kilisenin parça parça sökülüp götürülmesi babaannem ve arkadaşlarının çocukluklarının ve hafızalarının da parça parça sökülmesi anlamına gelmiş belli ki. Çünkü artık o bina onlar için bir kilise olmaktan çok, kendi tarihleri olmuş belli ki.

Aynı köyde 85 yaşını geride bırakmış bir kadın olarak on yıllardır yaşamaya devam ediyor ve kilisenin kalıntılarına bir gün olsun dahi gitmemiş ondan sonra. Oysa her gün geçtiği yolun 30 metre yukarısında sadece. Görmek istememiş o halini kilisenin. Kiliseden çıkarılan işlenmiş taş parçaları, kolonlar ise işlevlerine uygun ama aslından farklı olarak başka bir binanın inşasında kullanılmış.

Gelmek istediğim yer şurası: Bir mekânı anlamlı kılan şey, onu oluşturan parçalar değildir yalnızca. Onun, olduğu yerle ve kendisiyle bağlantı halindeki insanlarla kurduğu ilişki, ortaya çıkan tarih, yaratılan kültürdür mekânları anlamlı ve değerli kılan. O kilisenin parçalarını bambaşka bir şekilde yeniden bir araya getirebilirsiniz belki, buna gücünüz ve teknolojiniz yeter ama ortaya çıkan şey aynı şey değildir. Bu bakımdan “Emek sinemasının tavan süslemelerini aldık, ilk plana sadık kalıp otuz metre yukarı kaldırdık” demekle en fazla yeni bir şey yaptığınızı itiraf etmiş olursunuz.

‘Çakma Emek’, 1 Ekim akşamı şaşaalı bir törenle İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nin gösterisiyle yeni haliyle ‘yeni sezon’ açılışını yaptı. Burada oturup uzun uzun “Emek Sineması’nın yıkımına giden süreç nasıl sürdü ve buraya nasıl geldik” sorularına yanıt vermeye gerek yok. Çok yazıldı çizildi. Ama yaşanan hukuksuzlukları, mücadelenin geçtiği aşamaları, söylenen yalanları hala bilmeyenler, yeniden okumak isteyenler, merak edenler varsa arkadaşlarımız http://emeksinemasi.blogspot.com.tr/ internet adresinde bunun gün gün çetelesini çıkardılar.

‘Çakma Emek’te olmayacağız. Birçok gerekçemiz var bunun için. Kendi adıma, yanlış hatırlamıyorsam 1993 sonbaharında, Ankara’dan İstanbul’da üniversitede okuyan bir arkadaşıma yaptığım ziyaret sırasında bu kentte gittiğim ilk sinema olması, film festivalleri sırasında yaşadığım unutulmaz anılar, sokaktan girilen bir sinemanın verdiği haz, Serkildoryan’ın altındaki çay ocağında film arası sohbetleri, “Sonbahar”, “Dar Alanda Kısa Paslaşmalar” gibi filmlerin galaları, SİYAD ödül törenleri gibi etkinliklerde biriktirdiklerimi sıralayabilirim. Bu hatıraların en küçük olanı bile izin vermez çakma bir sinemada film izlememe.

Emek’in kent rantına kurban edilişini, birileri daha fazla para kazansın diye AVM’ye dönüştürülen İstiklal’e eklenen yeni bir AVM’nin parçası haline getirilişini, dolayısıyla orada film izleme deneyiminin de zaten artık bambaşka bir form alacağını biliyor olmanın zorluklarını da ekleyebiliriz buna. Ortaya çıkan işi pazarlamada kullanılan en sahtekârca yöntemin ‘Emek sineması nostaljisi’ olduğu; “aynen yaşıyor, her şey yerli yerinde” diye sahte bir nostalji yaratarak insanlara pazarlanmaya çalışıldığı gerçeğinin yarattığı mide bulantısını da not edebiliriz. Sanki sinema hiç yıkılmamış, hatırasına saygısızlık yapılmamış gibi geçmişin bütün nostaljisinin sahiplenilip, bir alışveriş paketi halinde satışa sunulmasını mideniz kaldırıyorsa, önden buyurun. Emek Sineması’nın yerinde korunması ve restore edilmesini talep ettiğimiz için bizi ‘nostaljik’ bulanlar, şimdi bu nostaljiyi bir AVM’nin içinde Madame Tussaud’s Müzesi ve sekiz küçük salonla birlikte, popcorn-kola reyonunun yanında pazarlamaya çalışıyor ve bunda hiçbir beis görmüyor.

Kimi aklı evveller de “aynısı olmuş” diye PR malzemesi yapıyor bütün birikimini. Sanki sorun, bugünün teknolojisiyle bir mekânın parçalanıp başka bir yerde kurulmasıymış ve itirazımız bunaymış gibi. Kamuya ait bir tarih, kamuya rağmen yıkılmış ve bir avuç sermayedarın hizmetine sunulmuştur. Tıpkı babaannem ve arkadaşlarının kilisedeki çocukluk anıları gibi Emek Sineması da gasp edilmiştir. Gasp edilen yalnızca yüzlerce koltuk, eski bir perde, kirişler, kolonlar, işlemeler değildir. O binayla, o koltuklarla, perdeyle kurduğumuz ilişki, yarattığımız tarih, anılarımız ve ülkenin onlarca yıllık sinema birikimidir.

‘Çakma Emek’i “ay tıpkısının aynısı” diye meşrulaştıran her festivalci, her sinemacı ve her seyirci bu gaspın parçası olacaktır. Bizim olanın gasp edilmesini engelleyemedik belki ama bunun normalleşmesinin parçası olmayı kendi adıma reddediyorum.