YAZARLAR

İsteyen sığınmacı olur, istemeyen ölür!

Keşke gelmeselerdi. Biz olsaydık, kesin böyle yapmazdık ama onlar nedense, gelmeyi tercih ettiler. Sığınmacı olmak, bir tercih değil mi sonuçta? İsteyen olur, istemeyen ölür.

Dün neler yaptınız?

Evde miydiniz, yoksa havalar çok soğumadan, dışarıda bir yerlere mi gittiniz? Belki de işe gittiniz ve pazar gününü iple çektiniz. Neyse ki, işiniz var ama. O da bir şey. Trafikten şikayet ettiniz. Çocuğunuz varsa, onu sevdiniz. “Akşam ne yesek?” dediniz. Bir şeyler okudunuz. Birileriyle buluştunuz, dedikodu yaptınız. Memleketin durumuna üzüldünüz. “Bu daha iyi günlerimiz”le başlayan cümleler kurdunuz. Bu ülkeden gitmek istediniz, sonra “nereye gideceğiz ya?” dediniz. Gitmemeyi tercih ettiniz. Bütün gün korktunuz, sevindiniz, sinir oldunuz, yoruldunuz, düşünmemeye çalıştınız, düşündünüz, güldünüz, bazen güldüğünüz için suçluluk hissettiniz, “ama hayat devam ediyor” dediniz.

Akşam da tepenize bomba yağmaya başladı.

Hemen yan apartmanın bahçesine düştü. Sizin ev de sallandı, camlar kırıldı. Deprem oluyor sandınız önce. Telefona sarıldınız, aaa, servis yok. Elektrikler kesildi. Her yerden çığlıklar yükseliyor. Burnunuzda duman kokusu…

Donup kaldınız.

Dışarıdan belli belirsiz sesler geliyor, “bomba, savaş, kaçın” gibi bir şeyler. Donup kalacak zaman yok. Hadi…

O an, çantaya tıkıştırabildiğiniz birkaç eşya ve (belki) parayla evden fırladınız. Herkes sokakta, herkes panik. Kadın, erkek, çocuk; herkes. Nereye gideceğinizi hiç bilmiyorsunuz.

Koşmaya başlıyorsunuz. Kaç kilometre koştuğunuzu, ne zaman yorulup yürümeye başladığınızı bilmiyorsunuz. Gittikçe kalabalıklaşıyorsunuz. Her kafadan bir ses çıkıyor. Korkuyorsunuz. Güvenli bir yer arıyorsunuz.

Sevdiklerinizin hepsi yanınızda değil. Onları merak ediyorsunuz. Arada telefona bakıyorsunuz, servis yok ama birileri telefonla konuşmayı başarıyor. Son durumları anlatıyorlar. Siz terk ettikten sonra, mahallenizin yerle bir olduğunu öğreniyorsunuz.

Eviniz yıkılmış. Fotoğraflarınız, en sevdiğiniz ayakkabınız, eşyalarınız, kitaplarınız, çocuğunuzun ilk çorapları yanmış. Anneanenizden kalan o yüzüğe ne olmuştur, kim bilir.

Bunları düşünecek zaman yok. Kalabalığın içinde sizin gibi iyi insanlar da var kötüler de. Öğretmenler, gazeteciler, hemşireler, hırsızlar, hukukçular, tecavüzcüler, müzisyenler, bakkallar, mühendisler, katiller, terziler, fırsatçılar, doktorlar, yalancılar, hamileler, çocuklar… Herkes, yaşamaya devam etmek için, bilmediği bir yere doğru gidiyor.

Sonra da sizi hiç istemeyen bir ülkeye sığınıyorsunuz. Artık, bu kalabalık grupta kimsenin adı yok. Herkesin adı, “sığınmacı”.

Ya da oh neyse ki, bunların hiçbiri olmadı ve dün akşam mışıl mışıl uyudunuz. Sabah da uyanıp “Suriyeliler” hakkında konuştunuz, bir haber okudunuz, şikayet dinlediniz ya da bizzat şikayet ettiniz.

Misafirperverliğiyle övünen bir milletin sağcısı, solcusu ve orta yolcusunun birleşebildiği tek konu var son zamanlarda: “Suriyelileri istemiyoruz!”

Suriyeliler diye bir cisimden bahsediyorlar. Bir insan topluluğu değil, cisim. Bu cisim ülkemize doğru yaklaştı, yaklaştı ve sonra içeri girdi. Şimdi, cennet vatanımızı yok etmek üzere, hareket ediyor. Bu cisim gelene kadar, her şey çok güzeldi oysa.

Ödediğimiz vergiler, yıllardır bize yol, su elektrik olarak geri dönüyordu. Biz karar veriyorduk vergilerimizle ne yapılacağına. Attığımız her adımdan, sahip olduğumuz her şeyden çatır çatır kesilen vergilerin, nereye gittiğini biliyorduk hep.

Şimdi bu cisim, bizim vergilerimizle besleniyor.

Hepimizin ne güzel işi vardı. İşi olmayan da istediği zaman iş buluyordu. O kadar fırsat içinde, hala iş bulamayan olursa, devlet hemen yardım ediyordu. Açlık sınırında yaşayan yoktu, yoksulluk yoktu. Herkes, gül gibi geçinip gidiyordu.

Şimdi bu cisim, bizim işlerimizi elimizden alıyor.

Korkmadan, endişelenmeden, huzur ve güven içinde yaşıyorduk. Hırsızlık, tecavüz, şiddet yoktu. Her gün bir yerler patlamıyor, kimseler kaybolmuyor, kimseler ölmüyordu.

Şimdi bu cisim, güvenliğimizi tehdit ediyor.

Eğitim sistemi mükemmeldi. İsteyen herkes, eşit fırsatlarla okuyabiliyor, kızlı erkekli bütün çocuklar okula gidiyordu. Sırf yoksul öğrenciler okuyabilsin diye, gökten burslar, paralar yağıyordu.

Şimdi bu cisim, okulları işgal ediyor, çocuklarımızın eğitim hakkını elinden alıyor.

Hepimizin siyasete aklı eriyordu. Bilinçli bir şekilde oy kullanıyor, memleket için en doğrusuna karar veriyorduk. Halk, kendi kendini yönetiyordu.

Şimdi bu cisim, vatandaşlık alırsa, şu ana kadar hiç oy alamamış birine oy verecek.

Barış içinde, el ele yaşayıp giden, sokakta gülümseyerek yürüyen, sevgi dolu, tertemiz, iyi kalpli insanlardık. Birbirimizi bir kaşık suda boğmak istemez, nefret nedir bilmezdik.

Şimdi bu cisim, her yerde kavga çıkarıyor, memleketimize nifak tohumu ekiyor.

Üzerimize kara bir bulut gibi çöktüğü için, güzel günler göremiyoruz. Güneşli günler… Suriyeliler gelmeden önce, motorları maviliklere sürüyorduk çünkü.

Keşke gelmeselerdi. Biz olsaydık, kesin böyle yapmazdık ama onlar nedense, gelmeyi tercih ettiler.

Sığınmacı olmak, bir tercih değil mi sonuçta? İsteyen olur, istemeyen ölür.


Reyya Advan Kimdir?

Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden mezun oldu. 13 yıl, İstanbul’da çeşitli uluslararası reklam ajanslarında, reklam yazarlığı yaptı. Çocuk hikâyeleri ve masallar yazdı. İstanbul’un trafiğine ve nem oranına daha fazla dayanamayarak, Ankara’ya geri döndü. 2009’da, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde öğretim görevlisi oldu. Reklamcılık, yazarlık, sunum teknikleri gibi alanlarda dersler veriyor. Kurbağalara olan abartılı ilgisi dışında, normal bir insan.