Yirmi yıllık bir hikâye…
Onlara dair söyleyebileceğim tek olumsuz şey, çok “temiz” bir müzik yapıyor oluşları belki de… İcraları, yorumları, sahne performansları o kadar iyi ki, her konser sonrası aynı şeyi düşünmek, artık beni yoruyor: Yine kaset gibi çaldılar!
Yirmi yıl olmuş. Dile kolay. O gün çocuğumuz olsa, bugün üniversiteden mezun olmak üzereydi. Kim bilir, belki de olmuştu? Çocuğum yok ama şunu söyleyebilirim: Yirmi yıl önce tanıdığım bir grup, beni hayata mezun etti! Hayır, bildiğiniz anlamda bir mezuniyetten söz etmiyorum; bu grup, bilmediğim, görmediğim, sevmediğim, ilgilenmediğim şeylerle tanıştırdı beni. Onlar sayesinde bildim, gördüm, sevdim, ilgilendim. Dünyaya biraz daha farklı bakmaya başladım. Dünyanın yalan söylediğinin elbette farkındaydım ama bu yalanlar karşısında gard almayı ve onları, “bir” olarak aşmayı ve onlara gerçeklerle karşı durmayı bana öğretenlerden biri de mor ve ötesi’dir.
İki Kerem, bir Burak, bir Harun… Naim Dilmener deyişiyle, “mahşerin dört atlısı”. Bu ifadenin çağrıştırdığı şey olumsuz aslında: Kimilerinin inancına göre, bu atlılar, kıyamet alameti! Oysa mor ve ötesi, anca yalancılar, düzenbazlar, hainler için kıyamet alameti olabilir. Savaş, kıtlık ve ölüm, onların şarkılarına girmişse, bunlara dikkat çekmek için. Aksi düşünülemez bile.
Şarkılarını silah olarak kullananlardan değil, mor ve ötesi. Sakin sakin, tane tane anlatıyorlar. Öfkelerini dile getirirken bile öyleler –ki galiba biraz da bu yüzden beni ve bir sürü insanı tavladılar. Kaldı ki, şarkıları, kimileri için silahtan daha tehlikeli. Can evinden vurmayı iyi biliyorlar: Sadece sözleriyle değil, müzikleriyle de akılları alıyorlar.
Onlara dair söyleyebileceğim tek olumsuz şey, çok “temiz” bir müzik yapıyor oluşları belki de… İcraları, yorumları, sahne performansları o kadar iyi ki, her konser sonrası aynı şeyi düşünmek, artık beni yoruyor: Yine kaset gibi çaldılar!
Kaset, evet. Kaset zamanlarımızın “yıldız”ı çünkü mor ve ötesi. Biraz geriye gideyim: 1996’da, Ankara’dayım. Metin Solmaz’la birlikte radyoculuk ve dergicilik yaptığımız yıllar… O yılın Şubat ayında ilk sayısını yayımladığımız Müzük’ü hatırlayan var mı, bilmiyorum ama altı sayılık “külliyat”ıyla en azından bizim çevremizde efsane olmuş bir dergiydi. Tevazu göstermeyeceğim: Çok güzel yapmıştık. Her şeyden öte dergiciliği öğrendiğim, yazı yazmaya başladığım, yazı disiplinini aydığım yerdir Müzük. O dergide hasbelkader yazdığım “Türkiye’de pop müziğin öyküsü” adlı dizi, şu anda bu noktada bulunmama, bu yazıyı yazmama sebep. Kendi kaynağımı yaratmaya çalışırken kendimi “tarihçi” olarak buldum.
Konuyu dağıtmayayım… Müzük’ü çıkardığımız günlerde, bize en büyük desteği sağlayanlardan biri, Ada Müzik’ti. Sadece verdikleri ilanlarla değil, gönderdikleri kasetlerle de… Bir gün, Ada’dan bir kutu geldi. Art arda yayımladıkları rock kasetlerini koymuşlardı kutuya: Asafated, Bulut, D-100, İstasyon, Kesmeşeker, Kramp, Kumdan Kaleler, Mask, mor ve ötesi, Tanju Aşanel ve Bulutsuzluk Özlemi. Heyecanla dinledik ve içlerinden ikisini, Kumdan Kaleler ile mor ve ötesi’ni kenara ayırdık. Kumdan Kaleler albümü “Denize Doğru”, dergiyi hazırladığımız büroda dinlediğimiz albümdü. mor ve ötesi albümü “Şehir” ise, evde yalnız kaldığımızda dönerdi kasetçalarda. İkili rakılarımızda bize eşlik etti ve çok derdimizi dinledi. Bu yüzden belki, yıllar sonra tanıştığımız “Bir Derdim Var”, hep Ankara’yı hatırlatır ve illa ki anason kokar!
“Şehir”den sonra “Bırak Zaman Aksın” (1999) ve “Gül Kendine” (2001) ile tanıştık. Ancak beni o dönemde etkileyen, Bülent Ortaçgil için hazırlanan armağan albüm “Şarkılar Bir Oyundur”daki “Sen Varsın” yorumu. 2003’te, Aylin Aslım’dan Feridun Düzağaç’a, Vega’dan Bülent Ortaçgil’e pek çok insanın katılımıyla yapılan “Savaşa Hiç Gerek Yok”, ikinci bomba: Yalnız olmadığımızı gösterdi. 1 Mart günü Ankara’da bu şarkıyı hep bir ağızdan söylemiş, sonrasında gücünü görmüştük. Aynı yılın yaz aylarında çıkan single “Yaz”, şaşırtıcıydı: Bir Ajda Pekkan şarkısı söylemişlerdi ve bu, kimileri için ‘90’lı yıllarla barışma bahanesi oldu. Aynı yıl attıkları bir başka adım, onları bize daha çok yaklaştırdı: O yıl ilk kez yapılan Rock’n’Coke programında yer alan mor ve ötesi, bu festivale alternatif olarak kotarılan BarışaRock girişimini duyunca bir an bile tereddüt etmeden sözleşmesini feshetti ve BarışaRock’ta sahne aldı.
2004 tarihli albüm “Dünya Yalan Söylüyor”, o güne dek mor ve ötesi ile yolları kesişmemiş olanları da yakaladı. Grup, sadece “Bir Derdim Var” değil, “Cambaz”la kitlelere ulaştı. Söylem değişmiş, alanda söylenenler albüme taşınmıştı. Bir anlamda, mor ve ötesi’nen “yeni” dönemini başlatan albüm oldu bu. Memleket rock tarihinin klasikleri arasına çoktan giren “Dünya Yalan Söylüyor”, yakın zamanda plak olarak da basıldı.
İki yıl sonra yayımlanan “Büyük Düşler”, bir önceki albümün izinden giden, hayranlarını hayal kırıklığına uğratmayan ve “Darbe” gibi cesur şarkılarıyla dikkat çeken albümlerden… Onno Tunç şarkılarının yorumlandığı albümde “1945”i çalan grup, 2008’de “Deli” adlı şarkılarıyla Türkiye’yi Eurovision Şarkı Yarışması’nda temsil etti. Sürprizli “Başıbozuk”, bu yıl yayımlandı. Bir sonraki albüm “Masumiyetin Ziyan Olmaz” ise 2010 tarihli.
2012 sonunda tanıştığımız “Güneşi Beklerken”, Serdar Ateşer’in dokunuşlarıyla güzelleşen mor ve ötesi albümü. O yıl verdikleri kimi konserlerde de kendilerine eşlik eden Ateşer, “başka türlü bir” mor ve ötesi ile tanıştırdı bizi. Kötü bir hamle olarak algılanmasın bu: O güne kadar bildiğimizi pekiştirdi.
En başından beri şahit olduğum hikâye, kısaca bu. mor ve ötesi, bugünlerde yirminci yılını kutluyor. Bunu, “Kayıtlar (1996 – 2004)” adını taşıyan yeni bir “box-set” ile taçlandırdılar. Açık söyleyeyim, iki gün önce dağıtılan bu “kutu”yu henüz görmedim. Görmeme de gerek yok: Ezbere bildiğim, bütün şarkılarına eşlik ettiğim/edeceğim albümler bir araya gelmiş. Resmî twitter hesaplarından aldığımız bilgiye göre ikinci “kutu”, “Kayıtlar (2005 – 2016)” Kasım içinde huzurda. Aralık ayında, külliyatı bir araya getiren bambaşka bir sürprizleri olduğunu da buradan çıtlatayım.
Bir itiraf: Hiçbir zaman mor ve ötesi “fan”ı olmadım. Konserlerine gitmeye gayret ettim ama burnumun dibine geldiklerinde bile, çoğu zaman dinlemedim. Yıllar önce, ‘90’lı yılların sonlarına doğru, İstanbul gelişlerimi onların Peyote günlerine denk getirmek için bir çaba sarf ettiğimi söyleyebilirim ama… Mis Sokak’taki o küçücük mekanda, kimi zaman tıklım tıklım kimi zamansa altı – yedi kişiyle mor ve ötesi dinlemek, benim için bambaşka bir deneyimdi. “Şehir”le tanıdığım ekip, benim için İstanbul’la eşdeğerdi. Şarkılarını, icralarını, tavırlarını severdim ve beklediğim günde onları sahnede görmezsem, üzülürdüm. “Bir Derdim Var” henüz yoktu ve onları Ankara ile ilişkilendirmek için İstanbul’a taşınmam gerekecekti.
Yirmi yıldır hayatımızda var olan bir güzellik, mor ve ötesi. Yazının sonunda, “nice yirmi yıllara” diyerek onlara selam çakayım ve bir kere daha teşekkür edeyim: Yalnız olmadığımızı bize gösterdiniz, var olun!