Mutlak coşku
Dayatılan, mutlaklık hevesidir. Bu toprakların geleneği olduğu iddia edilen, daha da fenası böyle bir gelenek olduğuna gönülden inanan topluluklar yaratan bir mutlak sözü söyleme hücumu ile karşı karşıyayız.
4 Kasım 2016 Cuma günü, en son seçimlerde ülkenin üçüncü büyük partisi haline gelmiş Halkların Demokratik Partisi’nin eşbaşkanları ve milletvekilleri tutuklandı. Bir gece önce, çoğu ev baskınıyla gözaltına alınmıştı. İnternet erişimi kısıtlandı, sosyal medyalara neredeyse hiç ulaşılamadı. O esnada ülkenin en eski gazetesinin yazarlarının mahkemesine dair detaylar bekleniyordu. Öte yandan, bir dilin gözbebeği kıratında bir yazar Aslı Erdoğan ile o dilin künhüne varmaya çalışan bir dilbilimci Necmiye Alpay cezaevindeydi. Beri yandan, içinde gene bu dilin gözbebeği sayılacak birçok öğretmen yazar görevden el çektirilmiş halde soruşturmaların bitmesini bekliyordu. Ve bütün bunlar olurken, en temel haklardan birinden, haber alma hakkında yoksunduk biz yurttaşlar. Çünkü, haber üretecek mecraların önemli bir bölümü kapatılmıştı.
Rahmetli Şerafettin Elçi’ye atfedilen bir söz var. “Müzakere edeceğiniz son kuşak biziz,” dediği söylenir Elçi’nin. Son kuşak diye, o esnada HDP’dekilerin tamamını kastettiğini anlıyor insanlar. Sanırım böyle anlamak daha akılcı. Peki gerçekten böyle mi? Soğukkanlılığını yitirmeden insan bu konu üzerine şu an düşünebilir mi?
Sanırım esas meselelerden biri de budur; şu an erk sahipleri, insanların, düz sıradan, her gün işe giden, siyasete sempati duymak merhalesinden yaklaşan insanların soğukkanlı kimi kararlar vermesine mani oluyor. Bunu belli bir program dahilinde yapıp yapmadıkları başka bir tartışma konusu ama bütün bedeni açık yaraya dönüşmüş varlıklara dönüşüyoruz. Ve gün geçtikçe, “sözün bittiği yer” el yükseltiyor. Bugün sözün bittiği yer diye tarif edilen dönemeç, yarın ferahlık olarak gözüküyor. Sıtmaya bile razı etmek için gayret sarf edilmiyor.
Dayatılan, mutlaklık hevesidir. Bu toprakların geleneği olduğu iddia edilen, daha da fenası böyle bir gelenek olduğuna gönülden inanan topluluklar yaratan bir mutlak sözü söyleme hücumu ile karşı karşıyayız. Tek mutlak, tek cümle, tek bayrak, tek vatan manzumesinin âbad olduğu yerdir geldiğimiz yer.
Tren metaforu çok kullanılır. Makinist kontrolü elinde tutandır ama nihayetinde o da aynı trendedir. Kondüktör erk sahibidir ama o da trenin bir parçasıdır. Yataklı vagondaki yolcuyla, kuşetlinin arasında fiziki uzaklık vardır belki ama tren durursa vagonların tamamı hareketsiz kalır. Bu trenin uzun molasında ne neşe var şimdi, ne yolcuların birbirine hürmeti. Kondüktörlerin elindeki sopadan da mı şikâyet etmesin zavallı yolcular? Yok, mutlak cümleye göre, ondan da şikâyet edilemez. Çünkü makinistin ve kondüktörün bildiği bir şey illa ki vardır ve biz ölümlülerin aklı o kadarına ermez. Emin misiniz?
Melih Cevdet Anday, “Teknenin Ölümü”nde “Unutmak istemiyorum bunları,/ Göğün damarlarını gördüm” diyordu. Aristo’ya dönüp “tekhne”yi ima ettiğini söylemek de mümkün. Yani “sanatsal yaratıcılığın ruhsal erdeminin ölümü”. Binecek tekne kalmamış olabilir ama “tekhne” hep var. Trenin en az bir kompartımanında suhuletle konuşmayı düşünenler de var. Mutlak sözü söylemek hevesinin varacağı yer hakikaten “tekhnenin ölümü” ise, o bir kompartımanda ısrar etmemiz gerekiyor. O bir kompartımandan en azından ses çıkarmaya ısrar etmemiz. Yoksa, Anday’dan değiştirerek söylersem, başladık bile usuldan yanmaya.