YAZARLAR

Gökhan'ın kolundaki Che

Bu saçmalık deryasında anlamlı bir iki söz, anlamlı bir iki görüntü, öylesine hasreti çekilen bir şey ki!.. İşte insan, elinde değil, Gökhan’ın kolundaki Che’ye, Poyraz’ın dilindeki Ece’ye seviniveriyor.

Athena grubunun Gökhan ve Hakan’ı, Acun’un çok izlenen kanalı TV8’in çok izlenen yarışma programı O Ses Türkiye’de jüri üyeliği yapıyor, biliyorsunuz. Programın Pazar akşamı yayınlanan bölümünde Gökhan, kolunda Che resmi olan bir asker parkasıyla oturdu jüri koltuğunda. Görünce öyle hoşuma gitti, öyle sevindim ki…

Çarşamba akşamı oynayan Poyraz Karayel dizisinde Poyraz’ın ağzından Oğuz Atay, Cemal Süreya, Ece Ayhan isimlerini duyup, onlardan cümleler, dizeler işittiğimde de aynı böyle sevinmiştim.

Çarşamba akşamı da bu sevinç sonradan çok tuhafıma gitmişti. Pazar akşamı da tuhafıma gitti. Garipsedim. Demek, dedim, öyle bir çöl iklimindeyiz ki…

Bu ufacık tefecik şeyleri, hâl ve gidişten memnun olmayan bir rahatsızlığın işaretleri gibi görüyoruz, öyle yorumlamak geliyor insanın içinden. İsmail Kahraman’ın Başkanı olduğu büyük milletimizin izlediği popüler bir televizyon kanalında Che’nin resmini Gökhan’ın kolu aracılığıyla görebilmiş olmayı, böyle bir rahatsızlığa bağlamak istiyor insan. Ya da diliyor ki Poyraz’ın diyalogları ancak o kadar gizlenebilmiş bir toplumsal hassasiyetin eseri olarak ortaya çıkmış olsun.

Öyle olmasını diliyor ve istiyoruz, çünkü popüler kültürün izleyicileri, (umursamazlık mı diyelim artık, usanmışlık mı, umutsuzluk mu) olan bitene karşı hamlesizler, lime lime dökülen, paçavra edilmiş hayatlarının ortasında kör kötürüm oturmaktalar. Belki çok sevdikleri Gökhan, pek çok izledikleri Poyraz bir şey söyler onlara, ha? Olmaz mı? Madem aydınlar züppe, gazeteciler de terörist…

Walter Benjamin, 1926 yılında iki ay süreyle kaldığı Moskova’da tuttuğu günlüğünde, bir dernek lokalinin duvarında asılı gördüğü uyarıcı bir tabeladan şaşkınlıkla söz eder. Rusların zamana karşı kayıtsızlığına karşı asılmıştır bu tabela. Şöyle yazıyormuş: ‘Vakit nakittir’ der Lenin. Demek ki diyor Benjamin, “Böylesine basmakalıp bir lafı benimsetebilmek için, en yüce otoritenin yardımına başvurmak gerek burada”.

Belki de, en basit, en sıradan bir ilkeyi bile iknânın ve iktidarın en yüce makamlarına başvurarak benimsetme ihtiyacından doğan o levhanın o duvara asılması haklı ve yerinde bir girişimdi? Rusların zamana karşı kayıtsızlığı “Vakit nakittir” sözünü Lenin’e söyletme gereği doğurduysa eğer, Türklerin gündeme karşı kayıtsızlığı için de günlerini dolduran popüler kültürün yüce makamlarına ümit bağlamak da hoş görülür bir şey olsa gerek.

Bunun popüler kültür ürünlerinden muhalif anlamlar çıkarmaya çalışmakla bir ilgisi yok. Zaten git gide incelikten yoksunlaşan bu dünyada popüler kültür ürünlerini beğenmek için elimizde hassas bir terazimiz de kalmadı artık. Ne kadar sıradan ve ham olsalar da, o ürünlerde herhangi bir toplumsal kaygı belirtisini, sıradan bir rahatsızlığı, son derece doğal bir duyarlılığı görmek hoşumuza gidiyor, hepsi bu. Ayrıca, bundan fazlasını beklemek için de gerekçemiz yok. Kültürün bütün alanlarında olduğu gibi popüler kültürün de özlenen bir içerikle özlenen bir yönelime girmesi, gelişecek güçlü bir toplumsal muhalefetle mümkündür. Biz yapabilmeliyiz ki onlar söyleyebilsin. Yapamazsak eğer, kitlelerin aktüel duyarlılıkları ve etkilenme yöntemlerini düşünerek, galiba bizim de duvarlarımıza şunları yazıp asmamız gerekecek:

“Başka ve daha güzel bir dünya mümkün!” der Hande Yener.

Ya da...

“Güzel günler göreceğiz!” der Cem Yılmaz.

Yaşadığımız ülke, Macbeth’in İskoçya’sı sanki; burada da “her şeyden habersiz olanlardan başka” gülümseyen kimse yok. (Her şeyden haberli olanlarsa, her şeyin aslında başka türlü de olabileceğini bildiklerinden, içlerinde huzuru pek barındıramıyorlar.) Yaşadığı dünyayı, ilişkilerini, sorunlarını, mutlaka nedenleriyle birlikte kendisine kavratacak bilgiye sahip olmaya çalışmak yerine, kırk tane medya yıldızının ayrı ayrı hayatlarını ve aşklarını sular seller gibi ezbere bilebilen… yanı başında savaşlar, katliamlar olurken cep telefonuna seksen çeşit melodiden hangisini kaydedeceğiyle meşgul olabilme rahatlığı gösterebilen… ve şu yalanlara batmış gerçeğin aslına ermek yerine, son derece kısıtlı vaktini, bir market rafı önünde seksen çeşit salamdan hangisini sepete atacağını düşünerek geçiren tuhaf insanlarla dolu, gittikçe saçmalaşan bir ülke burası! Bu saçmalık deryasında anlamlı bir iki söz, anlamlı bir iki görüntü, öylesine hasreti çekilen bir şey ki!.. İşte insan, elinde değil, Gökhan’ın kolundaki Che’ye, Poyraz’ın dilindeki Ece’ye seviniveriyor. Bu memleketin dostları olarak, ama artık ne kaldıysa memleketten, orada birlikte yaşadığımız umursamaz şen ahbaplarımızın arada bunları da görüp işittiğini bilmesi, ne bileyim, insana fena bir şeymiş gibi gelmiyor.