Sevgili ölülerle zaman
Hrant Dink’in ve Tahir Elçi’nin katledilişi milat oldu. Kötünün aleni ilanıydı. Mücadele yeniden başladı. Eksilen yanlarımız hep uğuldadı ama işte devam etmek lazımdı. Öte türlüsü cinayete ortaklıktı.
Edip Cansever’in ‘Dökümcü Niko ve Arkadaşları’ eşliğinde yol alıyorum günün içinden. Nerelerine takıldığıma bakarak yakalıyorum kendimi. Nasılsın diye sorduklarında cevap veremediklerimi. Buluyorum.
“saat derseniz artık kaçı gösteriyor kimbilir
ölülerimizi saymazsak kaçı gösteriyor”
Tahir Elçi’nin birinci ölüm yıl dönümü. Ölüleri olanlar zamanın akrep ve yelkovanını o yokluktan bilir artık. Geçmeyen, bir günden diğerine biteviye yinelenen zamanı. Gökçer Tahincioğlu’nun “Tahir’siz bir yıl” başlıklı yazısı eşliğinde yol alıyorum günün içinden. Hrant’sız on yıla yaklaşırken.
Saatin durduğu ‘ana götürüyor Tahincioğlu önce: “Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi, 28 Kasım 2015’te, Dört Ayaklı Minare’nin altında yaptığı basın açıklamasında şöyle diyordu: ‘Şu anda içinde bulunduğumuz Diyarbakır’ın tarihi Suriçi bölgesi 9 bin yıllık geçmişe sahip. Bu alan içerisinde surlar, camiler, kiliseler ve daha başta tarihi yapılar bulunmaktadır. Diyarbakır ismiyle en çok anılan, zihinlerimizde en çok sembolize olan Dört Ayaklı Minare’yi ne yazık ki iki gün önce şu an da gördüğünüz gibi ayağından vurdular...’ Bu sözlerinden birkaç dakika sonra Tahir Elçi’yi, ayaklarından vurulmuş Dört Ayaklı Minare’nin gölgesinde vurdular.”
ÖLÜM KORKUSU
Geliyorum diye bağıran cinayetleri biliyoruz. Hedef göstermeler ve yargı kapanları ile bunaltılan canların itelendiği o son noktayı. Sonrasında devredilen dosyaları, yalan raporları, sümen altı edilen ihbarları hepsini biliyoruz. Ve Türkan Elçi, bir insan hakları savunucu ve avukat olarak çokların acılarına ortak olan, işkenceleri ifşa eden, yaraları saran, hesap soran sevgili eşinin adıyla, varlığıyla, yokluğuyla özdeşleşen Dört Ayaklı Minare’nin sembolik anlamını paylaşıyor bizlerle. Duymak isteyenlerimizle: “Eskiden ailece oraya doğru yürürken kendimize ait hissettiğimiz bir şehrin kalbine, ruhuna doğru yürümenin sevincini yaşardık. O sevinci elimizden aldılar. Bir toplumu yok etmenin en etkili yolu; tarihini, tarihi eserlerini yok etmektir. Tahir’i endişelendiren, harekete geçiren mevzu da asıl burada yatıyor. Bir mekâna ölüm kokusu sinmişse orayla barışmak da biraz zor.”
Edip Cansever’in ‘Dökümcü Niko ve Arkadaşları’ eşliğinde yol alıyorum günün içinden.
“insanları tanımlıyorum ben, ölçüm o insanların iyiliklerinden
şehirleri tanımlıyorum ben, ölçüm o şehirlerin büyülerinden
söze uymayan bir şeyim, tanrıya uymayan bir şeyim de ondan
…
ben sarı kanlı bir ağaca benziyorum burada
sonra ben ve bütün iyilikler kırmızı bir boyayla duvara
sürülmüş bir çarpı işareti gibi duruyoruz
ve bu çarpıyı gezdiriyoruz sırtımızda ayrıca.”
İyilik zor mesai. Hele de kötülüğü, zulmü sistem kılmışsanız, iyilik tahammül edilmez bir tehdit. Yok edilesi bir canavar. Nasıl da acılaşmıyor bazı insanlar değil mi. Nasıl da eksilmiyor. Öfkelerini de vakarla taşıyorlar. Yıkmaya değil inşaya talip oluyorlar her seferinde. Ve siz elbette hep onları seçiyorsunuz hedef diye. Sevmekten hiç vazgeçmeyenleri. Kötülüğünüzün üzerine yılmadan koca bir çarpı işareti çizenleri.
SEVGİDEN KORKMAK
Hrant Dink’in ve Tahir Elçi’nin katledilişi milat oldu. Kötünün aleni ilanıydı. Mücadele yeniden başladı. Eksilen yanlarımız hep uğuldadı ama işte devam etmek lazımdı. Öte türlüsü cinayete ortaklıktı.
“ve uzun gecelerde ve çocuklar görürlerken kendilerini
ve sokaklar bir aydınlık gibi düşerken sokaklıklarına
ve siyah halelerle başımızdaki vardık ki, biz bunu anlatacağız
duvar duvar çizilmiş çarpı işaretleri gibi
biz bunu anlatacağız
sevginin bu ölümcül biçimlerini ve belki.”
Gazeteler dernekler kapatılırken, Kürt halkı bodrumlarda yakılır, şehirleri dümdüz edilirken, insan suçu sayılan faili meçhullerin, kıyımların dosyaları zaman aşımına uğratılırken, Kürt siyasetçileri, avukatlar, gazeteciler, yazarlar tutuklanırken, seçilmiş belediye başkanları hapishaneye yollanır da belediyeler işgal edilirken, çınar Ahmet Türk’e dokunulurken, akademi çatırdarken, memurlar ihraç edilirken, işçiler kaza adlı cinayetlerde ölürken, çok acıyken, çok öfkeyken, çok mücadeleyken hem sevgini bu ölümcül biçimlerini anlatıyoruz. Unutmamak için ismimizi.
“ve ne yapsak bu iri, bu güçlü, bu cehennem yüklü gövdeyi
böyle tek olmaktan korkunç güçlenen
ve kendi saldırısıyla yok ettiği kendini
bir parçalanış, bir yitiş
olabilir mi -zaman geçti mendirekteki korkunç leke duruyor
acılar dinlendi, yeniden başlamalıyız-”
Tarihin tekerrüründen acıları yeniden yaşatmayı anlıyorlar, ne edelim. İnsan olmaktan başkasını nasıl becerelim. Böyle zamanlarda bir inattır yaşamak. Kendine ve sözüne sadık kalmak. Ölülerini sırtlamak. Önce iyice bir demleriz acıları. Sonra yeniden yola düşeriz. Çok güçlü ya da çok cesur olduğumuzdan değil Başka türlü yaşamayı bilemediğimizden.