'Diktatörler sadece bedenleri değil ruhları da öldürürler'
Sürgündeki arkadaşlarının mektuplarını hiç okumadan yakan birinden bahsediyordu. ‘Peki neden önce okuyup, sonra yakmazdı?’ diye soruyordum. ‘Korkudan’ diyordu.
Valparaiso’da oturuyorduk. Sırtımızı ahşap evlere dayamıştık. Yanımızda bu evlerin rengarenk çizilmiş resimleri vardı. Soran olursa fiyatlarını söylüyorduk. Zaten hepsinin köşesinde yazıyordu. Ressamı, Antonio arkadaşımızdı. Sabah bir tane satınca şarap almaya gitmişti. Evinde kaldığımız yaşlı Troçkist bir ressamdı. Çizdiği ahşap evlerden bir tanesiydi ev. 30 yıl sonra sürgünden geri dönmüştü. Bazen Pinochet’den konuşuyorduk. ‘Alçak’ diyordu. ‘Sevenler de var ama hâlâ’ diyordum. ‘Her diktatörü sevenler vardır. Sıkıştırılmış kafadır onlar.’ diyordu. İki elinin arasında bir kafa sıkıyor gibi yapıyordu. Cebinden tütün çıkarıyor. Boya sinmiş elleriyle sarıyor ve her zaman sigarayı yakmadan önce yaptığı gibi ‘Alçaktır Pinochet’ diyordu. Uzun süre sessiz kalıyor. Tuvale eğilip resim yapmaya devam ediyordu. Biz de denizi seyretmeye devam ediyorduk. Birisi gelir, sorarsa fiyat söylüyorduk.
‘Sıkıştırılmış kafa’ deyince Cengiz Aytmatov’un bir öyküsü aklıma geliyordu: Esir olarak yakaladıklarının kafasını kazıyorlardı. Taze deve derisini kafasına geçirip, güneşin ortasında bir yere bağlıyorlardı. Güneşten yavaş yavaş kuruyordu deri. Kendisi küçülürken beyni de küçültüyordu. 3 gün sonra artık hiç kimseyi tanımıyordu. Yeni efendinin kölesi oluyordu. Sadece hayvan güdüyordu. Annesi geldiğinde bile onu tanımıyordu. Kurumuş beyninde efendisinden başkasına yer kalmıyordu.
Sonra birden kaldığı yerden devam ediyordu. ‘Diktatörler katildirler. Öldürürler.’ diyordu. Bize pek şaşırtıcı gelmediği için tepki vermiyorduk. ‘Öldürmek dediğimde, sadece bedenleri değil’ diyordu. ‘Esas ruhu öldürürler. Bu yüzden daha çok alçaktırlar.‘ Öldürülmüş dediğinde Santiago Şili’nin gecekondu mahallesinde Pinochet’nin öldürdüğü kardeşlerin evini ziyaretimiz aklıma geliyordu ya da ezgisini öldüremedikleri Victor Jara. O devam ediyordu; ‘Ölen ruhlar sanki hiçbir şey olmamış gibi yaşarlar. Statlar, oraya doldurulanlar, öldürülenler, kaybedilenler hiçbir zaman olmamış gibi.’ Sonra sürgündeki arkadaşlarının mektuplarını hiç okumadan yakan bir arkadaşından bahsediyordu. ‘Korkudan’ diyordu. ‘Peki neden önce okuyup, sonra yakmazdı?’ diye soruyordum. ‘Korkudan’ diyordu. ‘Ruhu ölenler çok korkar, sadece korkar.’ diyordu.
Arjantin’de bir kadın anlatıyordu. Faşist cunta sırasında La Plata’da üniversitedeydi. ‘Her gün geldiğimizde bakıyorduk mesela orta sıradan bir kişi yok. Çok iyi hatırlıyorum, sınıfa girdiğimde ilk işim şöyle bir herkese bakmak oluyordu, kim eksik diye. Bunu bile pek kimseye göstermeden yapmaya çalışıyorduk. Herkes öyle yapıyordu. Birisinin gelmediğini görünce kimse ondan bahsetmiyordu. Bir gün daha geçince, ilk onun olması gereken yere bakıyorduk. Yine yoksa, yine hiç ondan bahsetmiyorduk. Ondan sonraki gün ve ondan sonraki gün de. Sanki öyle birisi hiç yokmuş gibi davranıyorduk. Hiç olmamış gibi. Uzun süre yeri boş kalıyordu. Yanındakiler kitaplarını bile o tarafa doğru itmiyordu ama hiç kimse sormuyordu da. Roberto nerede? Francesko nerede? Laura nerede? Hepimiz biliyorduk. Onların gözaltına alındığını, kaybedildiğini. Belki ilk başlarda öldürülüp uçaklardan okyanuslara atıldığını bilmiyorduk ama öldürüldüğünü kesin tahmin ediyorduk, gözaltına alındığına emindik zaten. Fakat sanki onlar hiç sınıfta değillerdi ya da bir gün önce birlikte kahve içmemiştik… Mate kabı bende kalmıştı filan ama hiç yoklardı. Bir gün sonra, bir başka arkadaşımız, birlikte bu sessizliği paylaştığımız, konuşmama suçu işlediğimiz, bir başka arkadaşımın yeri boş kalıyordu.’ Diktatörlük konuşmalarıdır bunlar. Sanki hiç yokmuş gibi davranmak. Çaresizlikten sadece gözleri kapatmak…
Antonio bir yandan resim yapmaya devam ediyordu. Her resminde güneş vardı ve renkler capcanlıydı. ‘Kelimelerin acı ama çizdiklerin hayat dolu.’ diyordum. ‘Tabii ki öyle olacak.’ diyordu ‘Ölü ruh muyum ben?’
Bize bir resim hediye etti. Evimiz olmadığı için her yerde onu dolaştırıyorduk. Kaldığımız yere hemen onu asıyorduk. Bir otel odasına, bir arkadaşın evine, gecelediğimiz otobüse, tren garına, işgal fabrikasına ya da işgal toprağına… Orası bizim oluyordu, rengarenk ve umutlu.
* Metin Yeğin bu yazıyı Victor Jara'nın bu şarkısı ile okumayı tavsiye eder: