Hâlâ hayatta olan halk olarak size diyeceklerimiz var. Az beri gelin…
Uluslararası politikaları bile gerilim siyasetiyle yöneterek milliyetçi-mezhepçi-ayrıştırıcı söylemle toplumu lime lime parçalara ayıran siyasi anlayış şu gündemde başını iki elinin arasına alıp düşünür herhalde biz ne yaptık böyle diye. Ve bundan sonra neyi, nasıl yapacağını…
Siyah renk üzerine düşen tüm ışığı yutar, renkleri soğurur. Tıpkı hapsolduğumuz karanlık gibi. Sanki kapkara bir çemberin içinde debelenip duruyoruz. Bu çemberin fiziksel sınırları, yakın bir tarihe kadar ‘dünyanın en güvenli başkentlerinden biri’ diye tarif edilen Ankara için çok daha belirgin.
Epey zamandır hiçbir yerde hiç kimsenin kendini güvende hissetmediği dünyada, Ortadoğu’da, Türkiye’de ve Türkiye’nin başkentinde, dün akşam,15 Temmuz’da bombalanan Meclis’e yaklaşık 200 metre mesafedeki bir noktada, ABD Büyükelçiliği’nin karşısında bulunan Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde Rusya Federasyonu Büyükelçisi suikast sonucu öldürüldü. Ondan sonrasını canlı yayınlardan takip etmişsinizdir.
O saate kadar olanlar bile insani sınırlarımızı zorlayan bu siyasi atmosferi özetliyordu aslında. Art arda yaşanan canlı bomba saldırılarıyla travmatize olmuş toplum bu kez iç güvenlikten olası bir uluslararası kriz arayışına sürüklenirken buldu kendi.
Sadece bir tek gün, 19 Aralık’a neleri sığdırmıştık Karlov suikastına kadar?
Dün, 1 Haziran 2013 tarihinde Ankara’daki Gezi protestosunda polis Ahmet Şahbaz’ın vurarak öldürdüğü Ethem Sarısülük’ün davası vardı Aksaray’da. Ankara’dan da yola çıkmıştı bir grup hukukçu, gazeteci ve davayı izlemek isteyenler. Yargıtay’ın cezasını az bularak bozduğu karar sonucu tutuklu yargılanan polisin serbest kalacağını kimse tahmin etmezken dava bir de Ankara’dan Aksaray’a ‘kaçırılmıştı’ ve dün karar duruşmasıydı. Mahkeme, polis Ahmet Şahbaz’a 10 bin lira para cezası vererek onu kurtardı. Bir canın bedelinin 10 bin lira olduğunu öğrendiğimiz duruşma çıkışında bir polisin annelere ‘sıra size de gelecek’ dediğini duyduk. Ankara’dan duruşmayı izlemeye giden Ethem Sarısülük’ün annesi Sayfi Sarısülük karara isyan ediyordu.
19 Aralık 2000 yılında cezaevlerindeki mahkûmlara yönelik ve adına ‘Hayata Dönüş’ denilen operasyonda 2’si asker, 30’u mahkûm, toplam 32 kişinin hayatını kaybettiği olayın da yıl dönümüydü. İHD Hapishaneler Komisyonu OHAL’e rağmen her ilde eş zamanlı basın açıklaması planlamıştı ki, polis Ankara’da açıklamaya izin vermedi. Beyaz balonlar uçuruldu, kitle dağıldı.
Açığa alınan akademisyen Nuriye Gülmen, Ankara’nın ayazında, İnsan Hakları Anıtı’nın önünde 41’inci kez “işimi geri istiyorum” diyordu. Defalarca polis tarafından gözaltına alınan ve çareyi ikametgâhını “Yüksek Caddesi İnsan Hakları Anıtı önü”ne aldırmakta bulan akademisyene her geçen gün daha fazla kişi destek veriyordu.
Aynı saatlerde Güvenpark’ta Türkiye Kamu-Sen’in, “Teröre Hayır Diyoruz” mitinginden ‘Şehitler ölmez, vatan bölünmez’ sloganları yükseliyordu.
ODTÜ kavşağında TOMA bekletiliyordu. Ankara Üniversitesi Cebeci Kampüsü’ne Çevik Kuvvetin girdiği haberi geliyordu.
HDP’liler, geçen hafta Ankara’da gözaltına alınan il eş başkanı da dâhil partililerin adliyeye getirilmesini beklerken partililer, hem Genel Merkez’e hem de il ve ilçe binalarına olası bir saldırıya karşın endişeli bekleyişini sürdürüyordu.
Azı var fazlası yok bu gerilimin, olan bitenin.
Peki bu kadar gerilimi bu toplum daha ne kadar taşıyacak?
Uluslararası politikaları bile gerilim siyasetiyle yöneterek milliyetçi-mezhepçi-ayrıştırıcı söylemle toplumu lime lime parçalara ayıran siyasi anlayış şu gündemde başını iki elinin arasına alıp düşünür herhalde biz ne yaptık böyle diye. Ve bundan sonra neyi, nasıl yapacağını… Bizi soracak olursanız, halk olarak, hâlâ hayatta kalanlar olarak size diyeceklerimiz var. Az beri gelin, anlatalım.