Alçaklar ve katiller
"İşkenceci-Katil" yazıyordu pankartta. Aradan kaç yıl geçerse geçsin ölenlerin elleri topraklardan çıkıp boğazlarına sarılıyordu. Kim unutabilir ki kaybettiklerini?
Arjantin’de HIJOS -Sesizliğe ve unutmaya karşı kayıp çocukları- tespit ettikleri katil ve işkencecilerin evlerinin önüne toplanıyorlardı. Eski subay ya da polis, şimdiki tonton ihtiyar amca, bahçesinde belki gül yetiştiren, torununa hiçbir zaman çikolata almayı unutmayan, komşusuna selam vermeyi eksik etmeyen, belki kibar, belki nobran ama sadece aksi sandığımız ihtiyar, evlerinin önüne bayraklarla toplanmış çocukların annelerini ya da babalarını, bazen her ikisini, işkencelerden geçirmiş, günlerce, aylarca hatta yıllarca özel işkence mekanlarında mesela ünlü "Garaj Olimpo" filminde anlatılan gibi garajlarda tutmuş, sonra bazen öldürerek, bazen öldürmeye bile zahmet etmeden uçaklardan okyanuslara atanlardı.
Şaşırıyordu işkenceci tonton ihtiyar. Zamanı hep kendilerinin sanıyorlardı. Ölenler okyanuslardan çıkmaz diye düşünüyorlardı. Her akşam rüyalarına girenlerin sadece ve sadece kabus olduğunu zannediyorlardı. Komşular selamlaşmayı kesiyordu. Kim bir katile selam vermek ister? Yüzlerini ondan tarafa bile çevirmiyorlardı. Kim bir işkenceci yüzü görmek ister? Evin önüne toplanarak bağıran dünün tehlikelilerinin çocukları ‘Katil-İşkenceci’ diye bağırdıkları andan itibaren hemen mahalleden taşınmaya çalışıyorlardı. Güller ve torunlara verilen çikolatalar cinayetlerin üstünü örtemiyordu.
Akşam olunca evin önüne pankartlarını asıp gittiler. "İşkenceci-Katil" yazıyordu pankartta. Aradan kaç yıl geçerse geçsin ölenlerin elleri topraklardan çıkıp boğazlarına sarılıyordu. Kim unutabilir ki kaybettiklerini? Buenos Aires’de liman işçileri sendikasının başkanı işçiyle konuşuyorduk. Dev gibi karizmatik bir adamdı. Her soruya etkileyici sesiyle yavaş yavaş cevap veriyordu. Konuşurken kocaman elini de çok iyi kullanıyordu. Her işçi dediğinde yumruğu sıkılıyordu. Başka bir şey sormak istiyoruz dedik: Sizce unutmak nedir? "Nasıl" dedi adam. Gözaltında kaybedilenler dedik. Birden dev gibi adam ağlamaya başladı ama nasıl ağlamak. Koca elleriyle gözyaşlarını örtemiyordu. Abisi gözaltında kaybedilmişti. Bilmiyorduk. Herkese soruyorduk bu soruyu.
Aslında gerçek bir işkenceci ile bir belgesel film yapmak, hep istedim. Bir tane tanıdığım vardı korsan taksiciydi. Muhtemel benim de işkencecimdi. Tam olarak bilmiyorum ama çalıştığı tarihlerde ben de şubeden geçmiştim. Bir kere bunu sordum kendisini savundu! Yüzüme şöyle bir baktı "Yok dedi ben sadece Kürtlere işkence yapıyordum." dedi. Benim Kürt olmadığımı düşünüyordu. Bazen işini anlattı. "Bir kere birisine elektrik veriyoruz adama hiçbir şey olmuyor sonra öğrendik ki telefon jetonu yutmuş" diyordu. Telefon jetonu geldi aklıma, sarı ve içindeki oyuk filan. Ben inanmadım ama o inanıyordu buna. Ben içimden adam elektrikçidir, alışıktır çarpılmaya diye düşünüyordum. Sıradan bir eski polisti işte. Çok filmlik bir adam değildi bana göre. Bir gün, bir hafta önce intihar etmek üzere olduğunu anlattı. "Silahı kafama dayadım ateş ediyordum, kardeşim ısrarla telefon etti vazgeçtim." dedi. Garip olan muhtemel işkencecimin intihar edecek olmasına üzülürken yakaladım kendimi ve film yapamayacağım için değildi bu. Çok saçma değil mi?
Zaman garip bir şey. Diktatörler her şeye hakim olabiliyorlar, hatta çoğunlukta ölüme ve hayata da ama iktidar aparatları unutmasınlar ki zaman avuçlarının arasından uçup gider ve bir gün ölüler kabuslarından çıkıp bahçelerinin önüne çıkabilir.
Roboski’nin 5. yılında; "Unutursak kalbimiz kurusun…"