YAZARLAR

Tımarhane

Bin dokuz yüz doksan altının on altı Aralık günü, avcumda olmayan ellerinin soğuyan iziyle bindiğim Yüzüncüyıl dolmuşu Balgat’ın içinden geçerken “uğultu”lu bir şiiri düşünmeye başladım.

İki şey var, sonra söylerim.

Çok şey söyledim gibi geliyor zaten. Fazla yazdım, fazla konuştum. Şimdi olmayan sana yazacağım biraz da; bu, olan birine yazmaktan daha iyi! Sözcüklerinden başka bir şeyleri olmayan kimileri gibi onlarca yüze ayıracağım seni ya da onlarca yüzle seni oluşturacağım. Kendini tanırsan, sakın kendin sanma! Bir de yarına bugün nerede durduğumu şimdiden söylemek istiyorum. Bu yüzden dünden başlamalı.

Bin dokuz yüz doksan altının on altı Aralık günü, avcumda olmayan ellerinin soğuyan iziyle bindiğim Yüzüncüyıl dolmuşu Balgat’ın içinden geçerken uğultulu bir şiiri düşünmeye başladım. Erken bir gece, geç bir akşamdı. O şiir yazıldı, adı “Yiten Bir Aşkın Uğultusu” oldu. Başka adlı şiirlerle kaynaşıp iki bin yılında “Uğultular” adıyla kitap oldu. Arthur Rimbaud, iki binden yüz on dört yıl önce, yani bin sekiz yüz seksen (eskiden “seksan” derdim) altıda “Illuminations” (Parıltılar) demişti. Modern bir çağın ufkundaydı ve gördüğü şey parlaktı. “Uğultular” bir tür cevap veya selamdı ona. Başka bir yüzyıl başlıyordu şimdi ve her söz bir uğultuya dönüşüyordu. Artık sadece kendimiz ne dediğimizi anlayabilirdik, sesimiz başkalarına uğultu şeklinde ulaşabilirdi. Yeniden köşe yazmaya başlıyorum ya hani. Ama o gün ve şimdi, artık, ne diyebilirim?

Bir süre önce yüzyıl denen şeyin yüz yıl sürmediğini fark ettim! Bin dokuz yüz doksan altıdan bugüne bir yüzyıl geçti. Bugün Rimbaud’ya selam veren bir kitap yazsaydım adı “Uğultular” olmazdı. Şiir değil, “Mala Dînan” (Tımarhane) adlı bir roman olurdu. Edgar Allan Poe’nun bir öyküsünden ilham alırdı bu kez. Onun öyküsünde bir teftiş heyeti bir tımarhaneyi ziyaret eder. Her şey mükemmeldir. Tımarhane yönetimi geceye kalmaları için ısrar eder. Yemekler, içkiler ve sohbet de mükemmeldir. Ama ikide bir garip sesler duyulur. Merak edip sorduklarında bir türlü iyileşmeyen delilerin sesi olduğu söylenir. Saat gece yarısını geçer. Yöneticilerin hareketleri tuhaflaşmaya başlar. Heyettekiler delilerin yönetici ve doktorları hücrelere atıp yönetimi ele geçirdiklerini fark edip dehşete düşerler!

Kendimi bildim bileli yönetimin deliler ile akıllılar arasında el değiştirip durduğunu görüyorum. Akıllılar yönetimi ele geçirince delilerin yapmadığını yapmaya başlar, deliler akıllıları kendi hücrelerine tıkınca akıllıların yaptığını yapmaya başlarlar! Ancak bütün bu çılgınlık, her zaman “masanın kazanması” ile tamamlanır. Masa dediğim, devlet. Deli ya da akıllıların ele geçirinceye kadar iştahla eleştirdikleri şey işte. Bizim gibi ne deli ne akıllı olanların ise kendilerini esir gibi hissettikleri yerlerin sahibi.

Mala Dînan’ın sonunda da müessese kazanacaktı. Ama belki de hiç yazamayacaktım, yazamayacağım. Zaten hayatım yazamadığım metinleri yazmayı düşünmek veya yazdığını düşünmekle geçti! Bir nedeni eğer sınırlı bir kabiliyete sahip olmak ise, öbürü sanatın dilsizliği olmalı. Çünkü yaşadığımız dehşet, sanatın imkânlarıyla anlatılır gibi değildi, değil de! Sanat, mezarlıkların havaya uçurulmasını anlatabilir mi? Madem yoksun, söyleyebilirsin!

Tımarhanede de diyecek her söz, bir uğultuya dönüşüyor. Hayata ve olmayan sana yaklaşınca harfler kayboluyor. Ağır bir su gibi koyulaşıyor. Başka uğultulara çarpa çarpa bir yerden bir yere dökülüyor!

BİR GÜN

Bin dokuz yüz doksan yediydi. Bursa’dan otobüsle Ankara’ya gidiyordum. Samarakis’in “Tehlike Kolu” romanını bilmem kaçıncı kez okuyordum. Bir ara başımı kaldırdığımda otobüsün elektronik saatinde sıfır iki : sıfır ikiyi gördüm. Uyumak için toplanırken sağımda oturan adamın konuşmaya susamış gözlerle baktığını gördüm. Orman mühendisiymiş. Bir gün Karadeniz ormanlarına bir böcek musallat olmuş. Bu adam en iyi mühendismiş ama dinleyen kim? Sonunda Ukrayna’ya gidip bir “yırtıcı” bulmuş ve ormanlara serpmiş. Bu şekilde bütün ormanları kurtarmışmış. Gerçi o zamanlar Sovyet dönemiymiş. Arka koltuktan biri “susun lan” dedi boğuk bir sesle. Birimiz konuşuyordu ama ikimiz de sustuk!

Not: Bu yazı, menfur darbeden önce yazılmıştır.


Selim Temo Kimdir?

27 Nisan 1972’de Batman’ın Mêrîna köyünde doğdu.2000 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Etnoloji Bölümü’nden mezun oldu. 1997’de Yaşar Nabi Nayır Şiir Ödülü, 1998’de Halkevleri Roman Ödülü’ne değer görüldü. Yüksek lisansını (“Cemal Süreya Şiirinde Bedenin Yazınsallaşması”) ve doktorasını (“Türk Şiirinde Taşra: 1859-1959”) Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Bölümü’nde tamamladı. 2009’da Mardin Artuklu Üniversitesi’nde yardımcı doçent olarak çalışmaya başladı. 2011’de, Exeter Üniversitesi’ndeki (İngiltere) Centre for Kurdish Studies’de konuk hocalık yaptı. Hrant Dink Vakfı tarafından “dünyada, geleceğe dair umudu çoğaltan kişiler”den biri sayılarak “2011’in Işıkları” arasında gösterildi. Radikal gazetesinde başladığı köşe yazarlığına (Kasım 2013-Kasım 2014), Ocak 2017’den beridir Gazete Duvar’da devam ediyor. Dört Türkçe iki Kürtçe şiir kitabı, bir romanı, iki antolojisi, 12 çocuk kitabı, yedi roman-öykü çevirisi, iki şiir kitabı çevirisi, bir çevrimyazısı, bir gazete yazıları ve iki edebiyat kuramı kitabı yayımlandı. 6 Ocak 2017’deki 679 sayılı KHK ile üniversiteden ihraç edildi. Amed’de yaşıyor.