İki şey
İnsanın, insanlığın bittiğini gördüm. Olmayan sen, tanık ol buna! Havada yüzen sözcükler bu yüzden anlamsız.
İki şey var, diyeceğim demiştim. Biri aşk, öbürü ölüm -belki sıraları değişebilir. Ölüm çok mümkün ama aşk imkânsız. Burada ve her yerde. Kavafis’in dediğini hatırlamalı (“Hatırlama” dedim de, “anımsamak” derdin sen, efendiye âşık bütün Kürt kadınları gibi ne kadar da Öztürkçeciydin!)
Kavafis diyordum, nerede olursam olayım burası arkamdan gelecek. İmkânsızın bir nedeni bu. Öbürü daha da beter; kendi varlığımdan kuşkuluyum da senin hiç olmadığından eminim!
Bir hitap sözcüğü bulamıyorum.
Bugünkü günün diğerlerinden bir farkı yok. Hava ölümle dolu. Uzun süredir olduğu gibi gerginim. Sokakta yanımdan geçen arabalardaki heriflere çatıyorum: “Yaya bölgesi burası birader, yaya öncelikli!” Bütün erkeklerin giderek daha sakallı olduğu bu yerde henüz inip ağız burun dalan yok. Üstelik som yalnızım. Yirmi dört ayar tekim. Yalın kılıcım. Sanırım sivil polis sanıyorlar beni, en azından Türk! Saçlar uzun, diksiyon düzgün! Bu yüzden kimliğini gösteren biri gibi sözcüksüz bakıyorlar. İlk öğretmen(im)den dayak yememek için fazla Türkçe öğrenmiştim, faydasını görüyorum!
Olmayan sana yazıyor olma duygusu içimde bir karanlığı yokluyor. Eskiden nasıldım? Eskiden böyle değildim. Sesimdeki alıngan aksana yaslanarak uzak şehirlere doğru giden yollarda inançlı ve bol bağlaçlı cümleler kurardım. Kendisi “gösterilen”inden güzel sözcüklerim vardı. Bir h’li, iki r’li, bir t’li sözcük mesela, düşünsene. Bir de şeddeyi ortaya aldın mı, son harfe derin bir vadiye seslenir gibi seslendin mi, alır bir okyanusu koynuna uyursun. Ama geçen kışı intihar etmeden geçirmeyi hayatımın en büyük başarısı sayabilirsin. O kadar çok insan öldü ki. Artık zalime de üzülecek kadar hümanist değilim!
Beni merak etmediğini biliyorum. Yankısız sesin hafif olduğunu yıllar önce söylemiştim. Yıllar öncesinden söz etmek, sadece sigortalı birinin yapabileceği bir şey değil. Hayatım boyunca sevdiğim kadınlar dışında kimseye eğmediğim başım o kadar ağır ki! Sanırım artık bir yerden bir yere gitmeliyim.
Beni merak etmediğini biliyorum. Bunu “anımsadığım” anda konu dağılıyor. Her şey çok fazla gerçek oluyor. Her şey çok fazla imkânsız oluyor. Bir kadın kola şişelerinde dondurduğu suyu kokmasın diye çocuğunun gülün gölgesinden hafif tenine koyuyor. Hiçbir şeyin hiçbir anlamı kalmıyor. Şiirdi, bilmekti, anlamaktı defolup gidiyor; bir büyük yalnızlık serpiliyor ki “Afrika hariç değil!” Eski sözcüklerim irin bağlayan yaralara dönüşüyor. Kalmıyor kimseye diyecek bir şeyim!
İnsanın, insanlığın bittiğini gördüm. Olmayan sen; duy bunu, tanık ol buna! Havada yüzen sözcükler bu yüzden anlamsız. Beni merak etmediğin bu bir yıl boyunca çıldırmamak için sözcüklerle uyuyakaldım. Ama ne anlamı var? Gülün gölgesinden hafif bir tenin koktuğunu gördüm.
Çok yalnızım. Çok kırgınım. Kalbimdeki ayaklanma hiçbir tarih kitabına sığmayacak. Bu, eski bir sözümdü, tekrar edeyim, dursun şu kederli eşikte!
BİR GÜN…
Dokuz saatlik bir rötardan sonra boyuna oradan alınıp oraya atılmış bir bavul gibi Londra’dan Mardin’e vardım. Dışarıda aynı yere bakan kalabalığın içinden biri elimi tutkuyla sıktı, sağ tarafa park ettiği aracını boş kalan eliyle göstererek şöyle dedi: “Hocam merhaba, ben Amed Büyükşehir Belediyesi cenaze nakil aracı şoförü Sabri. Sizi gideceğiniz yere kadar bırakalım!”