İbni Haldun’u bizden kim çaldı peki? (2)
Sahi, İbni Haldun’u bizden kim çaldı? İngilizler mi? Bugün yaşasa Siyasetçinin bilgiyi elde etme, kullanma biçimleriyle alimin bilgiyi elde etme kullanma biçimleri arasındaki farkı anlamak ve anlatmak için uğraşır mıydı yoksa? Yoksa KHK tırpanı yiyip başka dertlerle boğuşmaya mı mecbur kalırdı?
Bilgi-iktidar ilişkisi, eski bir mesele. “Bilgi güçtür” formülünün sahibi Bacon’dan 200 yıl kadar önce yaşayan İbni Haldun, “tarihsel bilgi”den “yalan” dediği unsurları temizlemenin yolu yönteminin peşindeydi. Batı karşıtı, emperyalizm karşıtı bilgiyi üretmenin yolu, siyasetçilerin çeşitli sebeplerle yapabileceği gibi, yalana varan bilgilerle dolu söylemlere sarılmak olabilir mi?
BACON’IN FORMÜLÜNDEN ÖNCESİ
Baltalı Althusser, intiharcı Deleuze, tımarhanelik, kırbaççı Nietzsche, eşcinsel Fouault ve Küba dağlarındaki cami meselesine devam: Hayır, yalan söylenmiyor, konuşanlar söylediklerine inanıyorlar. Yani yalancı değiliz ama İbni Haldun’un “yalan” diye temizlemeye giriştiği şeyin içinde yüzüyoruz. Niçin?
Bilgi güçtür. Bacon böyle demişti. Yazı yokken de öyleydi muhtemelen ama yazının icadından beri bunun iyi bilindiğini biliyoruz. Bilgiyi kimin ürettiği, nasıl ürettiği, nasıl kullandığı, nasıl onun “bilgi” olarak değer kazanmasını sağladığı ve hegemonya için elde edilecek rıza (Gramsci, ki o da hapse düştüğü için önemsiz sayılabilir) için nasıl seferber ettiği ve en nihayetinde “hakikat” mertebesinde algılanmasını sağladığı (Michel Foucault, ki onu zaten eşcinsel olduğu için oyundan attık!) “bilgi güçtür” bilgisinin sırlarını çözmeye yönelik araştırmalarda önemli bir sorular dizisi olarak durur. Bilgi iktidarı üretir ve güçlendirir, iktidar bilgiyi üretir ve yayar. İktidar, özellikle 16’ncı yüzyıl ve sonrasının Batılı iktidarları, bilgiye mahkûmdur. Bir hakikat rejimi kurar ve buradaki kurallamalar çerçevesinde bilgi üretir. İktidar (ve onun içinde işlediği bireyler de) bilgiye sadece muhtaç değil mahkumdur da. Doğrulama kurallarına tabi olarak çalışan hakikat rejimi, bilginin kurumsallaşmasını da mecburi kılar. Reel politik eksende bir hükümet başkanının, bir tarihsel olguya yönelik “yanlış” ya da “doğru” bilgilerle işlediği nutkunun hedefi başka bir şey, bilginin kendisinin statüsü ayrı bir şeydir. Eğer o içerik, o muktedir tarafından dile getirilmekle “doğru” statüsüne oturuyorsa, Foucault’nun tanımladığı “disiplin toplumu”ndan ve “biyopolitik iktidar”dan öncedeyiz (ya da dışındayız) demektir. Bacon’ın “bilgi güçtür” formülünü dile getirmesinden önceki dönemde, “doğru” dini veya siyasi otorite tarafından verilendi. Kralların ve rahiplerin ve adamlarının dediği şey “bilgi”ydi. Bacon, otoriteye dayalı, sadece söylendiği için doğru kabul edilmesi gereken bilgiden değil, doğrulama kurallarına tabii, o kuralların yürürlüğü eşliğinde oluşan bilgiden bahsediyordu elbette. Bir dönüm noktasından yazıyordu.
YALANIN TEŞHİSİ VE TEMİZLENMESİ
Meselenin Amerika'nın keşfi filan olmadığı, Avrupalılar gittiğinde zaten oraları keşfetmiş milyonların bulunduğu, ama o milyonların insan alemine değil de doğa alemine aitmiş gibi zalimce, şeytani usullerle yok edildiği yeni bilgi değil. Kolomb'dan önce birileri Amerikalara gittiyse bile Kolomb'un ait olduğu ekonomi politik dünyanın arzu (sömürme) ve olanaklarına (silahlarına) sahip olmadıkları için ya dönememiş, ya bir daha gidememiş olmalılar. Bering boğazından geçiş, Çinli amiral, Endülüslü maceracılar, Batı Afrikalı fetih arayıcısı Müslüman sultanların öykülerini "eski birer öykü" mertebesinde bırakan, ama Kolomb öyküsünü "bir tarih eşiği" olarak tutan bu farktan başkası değil. Kolomb'un temsil ettiği kıyıcı fatihlerin anlatılarına karşı öyküler geliştirmek elbette gerekli ve yerinde fakat, o fatihlere kıskançlığın, yani asıl fatih olma arzusunun başarısızlığının ifadeleri, kendi geliştirmek istediği anlatıyı sakatlayan öğeleri de kendi içinde taşır: İdeolojik bir kurgunun deşifresi başka, o kurguya öykünen ama onun verilerini taşımayan kurguları onun yerine geçirmek başka, o kurgunun yerini tamamen afaki, hiçbir doğrulama prosedürü içermeyen yollarla üretilmiş laflardan oluşan nutukları işe koşmak ise bambaşkadır... Büyüklenmeci fanteziler eşliğinde sonuncu yol seçilirse, alternatif ya da karşı tarih yazmak değil, "Küba'daki cami" türünden temelsizliklere kapılmak kaçınılmazlaşır. Anti-oryantalist bir ruhla konuşuluyor ve iş görülüyor gibi yapılırken, “Oksidentalizm”in hiç de “aşağılık kompleksi”ni aşmaya yaramayan klişelerinden başka bir sonuca ulaşmak giderek zorlaşır. O kadar ki, tartıştığımız örneklerdeki gibi apaçık gerçeğe uygunsuzlukları, apaçık hakikat gibi algılamak ve güvenle, vurgulaya vurgulaya anlatmak mümkün hale gelir. Üstelik, oryantalist kalıp, tez, fikir ve yöntemlerle Edward Said’in (sırtını Foucault’ya yaslanan!) keşiflerinden önce bilgi konusunda ve Oryantalizm karşıtı bilgiler üretme bakımından hayli güçlü atılımlar yapmış, ürünler vermiş bir kültür ikliminde bu temelsizliklerin gördüğü revaç aslında bir hayli şaşırtıcı. “Bilgi”nin bu türden kullanımına mı “post-truth” deniliyor acaba?
KARŞI BİLGİ ve HAKİKAT USULLERİ
“Karşı bilgi” çatıştığı bilginin hakikat usullerine hiç bakmadan, kendi hakikat usullerini hiç düşünmeden kullanılacaksa, ortaya çıka çıka Musul’u konuşurken birbirinden saçma ve ilgisiz dört cümle kurmayı, Amerika’nın keşfini konuşurken Küba dağlarına cami yerleştirmeyi getirir. Hem siyasetçinin hem de profesörün aynı hatayı aynı şekilde yapması, arzulanan egemenlik gücüne ulaşmak için bilginin en çarpıtılmış biçimde kullanılması, “Bilgi güçtür” ilkesinin tersine çevrilmesidir. “Yalan güçtür.”
Bilginin önemi ve gücü, sadece “Batılılar”a ait bir bilgi de değildi. Francis Bacon’dan yaklaşık 200 yıl kadar önce yaşamış Büyük düşünür İbni Haldun, yukarıdaki türden aktarımlardaki ekleme unsurları “yalan” olarak tanımlar ve “bilgi”den, “tarih”ten temizlenmesi için doğrulama usulleri önerir. İbni Haldun’un tanımını alırsak, “Bilgi güçtür” ilkesinin, “Yalan güçtür” ilkesiyle yer değiştirmesiyle karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Yalandan bir sonuç çıkar, bir süreliğine hedefler elde edilir, ama işte yatsıya kadar yanar o mum. Batı’nın “kendi yalanları”nı, kendi kendine söylediği yalanları aşma çabası da bu türden çok mumu söndürmüştür üstelik! Nietzsche’nin Batı’ya yönelik (elbet yine Batılı) eleştirileri, onun deliliğinden ötürü reddini mi getirir, aklından ötürü okunmasını mı, ayrı bir karar noktasıdır…
İbni Haldun, büyük “Batılı” olmayan bilgin, “Tarih” konusunda uydurma bilgilerin-haberlerin risklerini aktarır ve bunun yedi (Bazı kaynaklar beş, altı, bazıları sekiz nedende topluyor) nedenini saptar:
Bilgisizlik. Nakledene inanç. Anlayamama. Peşin hükümlülük. Bilimsel yetersizlik. Seçkinlere yakın durma arzusu. Dalkavukluk.
“Bilgi”yi bozan yedi nedenden (en sondaki) ikisi “iktidarla ilişki”lerdeki bir tutum hatasına denk düşüyor; Ebu Hanife’ye atfedilen sözü doğrular gibi: "Ulemanın makbulü sultana uzak durur, sultanın makbulü ulemaya yakın."
ULEMA İLE UMERA
Bilimsel yetersizlik, anlama kabiliyetindeki sorunlar, bilgisizlik başlıkları ise “kişisel donanım”a işaret ederken, “nakledene inanç” otoritenin, usullerin önüne geçmesini vurgular gibi. Belki de “yeni Türkiye’nin otoriteryen eğilimlerinin ifşası tam da burada yatıyor. Esasen İbni Haldun, inanç, bireysel arayışlar, kişisel özellikler yerine bilginin usuller çerçevesinde elde edilmesini düşünür ve o usullerin keşfi peşindedir. Batı-Doğu meselesi, bilgi-iktidar ilişkisi filan “alimler” düzleminde konuşulacaksa, İbni Haldun’u ya da Bacon’ı örnek almak (Müslüman ya da Hıristiyan oluşlarından bağımsız olarak) gerekir. O zaman, örneğin Foucault’nun şu sorusuyla boğuşmaya girişmek de gerekir: “On ikinci ve on üçüncü yüzyıla kadar Hıristiyanlıktan son derece daha büyük, daha güçlü bir dinamizme sahip gözüken ve gerçekten de sahip olan Müslüman dünyası, Müslüman dini; dini, askeri, toplumsal, kültürel biçimleri yukarı Ortaçağ Hıristiyan dünyasından çok daha esnek, çok daha zengin, çok daha güleryüzlü olan bu dünyada nasıl oldu da belli bir andan itibaren olaylar tersine döndü?” Sormak için, ciddiye almak için, cevap bulmak için eşcinsel olmak gerekmediği gibi, cevap bulmak için de gerekmez.
İbni Haldun bir siyasetçiydi de üstelik, buna rağmen “yalan”ı haberden (tarihten) temizlemek için uğraşmıştı, kurumsallaştırmak yerine kurumlardan temizlemek.
O zaman, işte soru: Sahi, İbni Haldun’u bizden kim çaldı? İngilizler mi? Bugün yaşasa Siyasetçinin bilgiyi elde etme, kullanma biçimleriyle alimin bilgiyi elde etme kullanma biçimleri arasındaki farkı anlamak ve anlatmak için uğraşır mıydı yoksa? Yoksa KHK tırpanı yiyip başka dertlerle boğuşmaya mı mecbur kalırdı?
*
NOTLAR:
1) Bu doğu batı, İslam Hıristiyanlık, bilim vs meselelerinde son zamanlarda iki dikkat çekici yazı okudum. İkisi Karar Gazetesi’nde Mustafa Öztürk imzalıydı. “Gerçek aydın, intihar etmeyen aydındır(!) başlığıyla olan, “İntihar eden Batılılar” meselesiyle ilgili özellikli bir bakış içeriyordu.
http://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/gercek-aydin-intihar-etmeyen-aydindir-3064
“Bu kadar cehalet ancak tahsille mümkündür!” başlıklı yazı ise evrim-din tartışmasında, İslam düşünce ve bilim tarihine aşina olanlar için değil ama yaygın anlayışlar için hayli etkileyiciydi.
http://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/bu-kadar-cehalet-ancak-tahsille-mumkundur-3123
2) İbni Haldun’un “yalan” meselesine ilişkin iki ayrı e-kaynak; ilki Yrd. Doç. Dr. Abdullah DUMAN’a ait:
http://ktp.isam.org.tr/pdfdrg/D01777/2010_42/2010_42_DUMANA.pdf
İkinci, Yusuf Yavuzyılmaz’a:
Teşekkür: Gazete Duvar beş yaşında 08 Ağustos 2021
Tırşıkçi sistem cinayetleri 10 Temmuz 2021
2 Temmuz: Anayasa Mahkemesi sen merak etme, yedi yıl daha bekleriz 02 Temmuz 2021
Bahçeli’nin fermanı ve kahraman katillerin tarlası 23 Haziran 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI