Diktatör cenazesi
Yaşlı adam içkisinden içiyordu. ‘Ölüm nihayetinde sınırsız eşitlik. Öldü ama ruhu her yerde. Bütün diktatörlük yasaları hala geçerli.’
Santioga Şili’de liseyi işgal etmişlerdi. Sıralar, sandalyeler, biraz daha az olmak üzere öğretmen masaları, iki üç palto askısı, nedense arasına karışmış bir koltuk, belki müdürün, hepsi iç içe girmiş ve bacakları birbirine karışmış, kapıda yığılmış barikat görevi yapıyordu. İşgalci öğrenciler ki bunlar hepsiydi, lisenin yakasına işlenmiş armalı ceketleriyle, gevşetilmiş kravatlarıyla ne yapacaklarını tartışıyorlardı. Aralarında oylama yapıyorlar ve işgale devam kararı alıyorlardı. Gözlerinde hiç yenilgi yaşamamışlığın pırıltısı vardı. Neşeli ve kendilerinden eminlerdi.
‘Bütün okulları özelleştirdiler. Her okulun bütçesi vardı ve her bütçe, hiçbir şeydi. Yetersizdi. Zengin mahallelerin okulları ailelerden topladıklarıyla öne geçiyordu. Futbol takımı gibiydi okul. Daha iyi hocaları transfer ediyorlardı. Elektronik tahtaları vardı, havalı kütüphaneleri ve lüks kafeteryaları. Gecekondularda soğuk havalarda okul yakıtsızlıktan kapanıyordu. Sıcak havalarda susuzluktan.’ Öğrencilerin sözcülerinden Antonio anlatıyordu. Barikattan iki sıra indirip üstüne oturmuştuk. Sıraları aldığımız yerde açılmış delikten dışardaki polis panzerlerinin öğrencilerin attıkları boya balonlarıyla rengarenk hale gelmiş gövdesi görünüyordu. İki polis kendi aralarında konuşarak bizi seyrediyordu. Antonio anlatıyordu; ‘Mali özerklik’ deniyordu buna. Bildiğin piyasa işte. Yoksul okullarda ise tebeşir parası bile yok. Kırık döküktü herşey ve öğretmenlerin maaşı verilemiyor. Yani öğretmen yok, kitap zaten yok… İşte biz bu eşitsizliğe karşı savaşıyoruz.’ Boykot yani öğrenci grevi neredeyse iki yıldır devam ediyordu. Bütün ortaöğretim sarmıştı. Boykot yapılmayan bir okul yoktu neredeyse.
Pinochet; alçak ve katil diktatör, karşı devrimin becerikli aparatı öleli çok olmamıştı ve çıkardığı yasalar hala geçerliydi. Santioga Şili’nin gecekondu mahallerinden birinde alkol oranı çok yüksek bir yerli içkisi içerken anlatmıştı biri. Oldukça yaşlı bir adamdı. ‘Ben de gittim cenazesine. Hepimiz gittik. Öldüğünden emin olmak istedik. Karşı tribünde maç seyreder gibiydik. Sesimiz çıkmıyordu ama bir cenaze töreni insana bu kadar mutluluk verir.’ diyordu. Gülüyordu. Hemen arkamızda Pinochet tarafından öldürülmüş üç kardeşin evi vardı. Kurşuna dizdikleri duvarın üstüne resimlerini çizmişlerdi arkadaşları. Yaşlı adam içkisinden içiyordu. ‘Ölüm nihayetinde sınırsız eşitlik. Öldü ama ruhu her yerde. Bütün diktatörlük yasaları hala geçerli.’
Foucault’un tanımıyla -hani cahil bir salağın hiçbir zaman anlayamayacağı düşünürün- ‘Yasa doğadan, ilk çobanların vardıkları pınarların çevresinden çıkmaz; yasa, korkunç tarihleri ve kahramanları belli olan gerçek muharebelerden, zaferlerden, katliamlardan doğar; yasa kundaklanmış kentlerden talan edilmiş topraklardan doğar; gündoğumunda can çekişen şu ünlü masumlarla doğar.'
Ve bu yasalar, mutlululuk ve neşe içinde, yenilmemişlerin şenlikli eylemleriyle çöplüğe atılır birgün….