Sinema görgüm
Ne yaparsak yapalım, efendinin o pek kıymetli sevgisi ve şefkati lirizm içinden gelmeyecek.
İki bin sekizde Frankfurt Kitap Fuarı’nda yaptığım “Mağdurun Edebiyatı/Edebiyatın Mağduru” başlıklı konuşma, kendime çizdiğim sınırların metnidir. Buna göre lirizmi reddetmeli, efendinin belirlediği klasmanın dışına çıkmalı ve buradan bir direniş/edebiyat dili geliştirmeliydim. Bu kişisel manifestoya uygun davrandım çoğu zaman.
Çünkü efendi bilgiye el koymuş ve köleye lirizmi bırakmıştır sadece. Dünyayı o yorumlayacak, ekonomik durumu o anlayacak, geleceği o belirleyecek, beş yıllık kalkınma planlarını o hazırlayacak, gasp ettiği haklardan bir kaşıkla geri verdiğini bir kepçeyle geri alacaktır. Dünya efendiye güzel! Sadece dünya mı? Dünyamızı cehenneme çeviren bizim yeni efendiler cennet motivasyonuyla da dolu. Oh ne âlâ, ne ala!
İtiraf etmeliyim ki efendi biz köleleri pek sever. Hatta bizden gasp ettiklerini geri vermemek için canını bile verir ve bunu bizim için yaptığını söyler! Hele bizi fantastik bir canlı gibi yaşadığımız yerde görmeyiversin; ne kadar cici olduğumuzu söyler söyler durur. O söylemezse biz ona söyletmeye bayılırız. Bunu engin sinema bilgimle anlatacağım şimdi.
Otobüslerde gösterilen filmleri izleyerek iyi bir sinema izleyicisi olunmaz, kabul ediyorum. Ama ancak otobüs yolculuklarında film seyretmeye zaman bulabiliyorum. İki filmden bahsedeceğim; biri “Beyaz Melek”, öbürü “Yangın Var.”
“Beyaz Melek”te kirli sakallı iki kardeş, ikna edici bir neden olmadan huzurevine kapanan babalarını ararlar. Huzurevinde bir zamanlar muktedir olan yaşlılar vardır. İktidarlarını kaybetmişlerdir ama iki kardeş onlara yeniden iktidar verirler. Gel bizi yeniden ez, yeniden ez şeklinde tanımlanabilecek bir mazoşizm. Onları huzurevinden alırlar, gerçi bu yasal olarak mümkün değildir ama Mahsun coşmuş bir kere! Yola dizilirler. Dikkat edin, Kürtlerle ilgili hemen bütün filmlerde başka bir yerden Kürt coğrafyasına gelinir. Yolda işte, Tuz Gölünün kıyısındaki metruk bir eve varırlar. Bu evi bilen bilir, ama filmde bize otel diye yutturulur. Yönetmen yıkılmış duvarları renkli kumaşlarla örtmüş; al sana Tarkovsky! Orada melek olan ölür. Ama durur mu iki kardeş, yeniden muktedir kıldıkları yaşlılara ne kadar sevilesi insanlar olduklarını gösterecekler illa. Çocuklarının terk ettiği bu insanların çocuğu gibi davranırlar. Zaten Kırmızıgül sineması estetiğin değil, psikanalizin konusudur!
Sonunda doğal yaşam alanı olan memlekete gelinir ve akla ziyan bir misafirperverlik başlar. İkinci baharlarını yaşayan çifte evin en yüksek damında cibinlikli yatak hazırlanır. Birden Fırat üzerinde yüzen ışıklar görürler. Merakla, efendi öğrenmek ister çünkü, bunun ne olduğunu sorarlar. Abiyi oynayan yönetmen, uslu bir esten sonra taşkın bir gururla, “bizim burada gelenektir, yeni evlilerin geleceği ışıklı olsun diye gençler karpuz kabuklarına mum yakıp koyar ve Fırat’ın yukarısından suya bırakırlar!” Kürtler yeterince folklorlaştırılmamış gibi yönetmen yeni bir folklorik öğe üretme gereği duyar...
“Yangın Var”da ise alık bir şoför otogarda inip Bağlar dolmuşuna biner. Yerliler acayip iyidir. Hatta dolmuşta bir kadın, meme emmeyen bebeğine “bak amcaya veririm” bile der! Daha bir sürü saçmalıktan sonra asıl sahneye gelinir. İkinci dereceden bir efendi olan şoför, günde yirmi beş saat toplantı yapabilenlerin belediyesinden hediye bir itfaiye aracı alıp şehrine götürecektir. Ama Amed’in siyasî elitleri adama dışişleri bakanı protokolü uygular. Bir geceye çağrılır; bütün seçilmişler tam kadro hazır kıta ordadır. Birden şık hanım ve beyler arasında bir ilkel/primitive toplum ayini başlar. Uydurma folklor yetmemiş, pagan bir sahne uydurulmuş: Büyücüler, acayip danslar, boyalar filan (senaristin uzun süre müşahede altına alınması iyi olabilir). Bizim şoför yamyamların arasına düşen Holywood filmlerinin kahramanları gibi korkar biraz. Ama aynen o filmlerdeki esas oğlan gibi kabilenin en güzel kızını alır. Kendine koca şehirde gönül ortağı bulamayan “yetim” kız alık şoföre âşık olur.
Sonunda yola çıkarlar. Siyasî bilinç zehirlenmesi yaşayan hanım kızımız bir tür selvi boy ve al yazma tribi içinde oğlanın evine varır. Al sana anahtar teslimi gelin! Komik mi? Yok, ama bence teorik. Sömürge teorisine tastamam uyuyor işte: Efendi erildir her zaman, köle dişil. İşte gelmiş ve “kadın”ı almıştır. Bu filmde ayrıca Gürdal Aksoy'un başka bir bağlamda söylediği şey gerçekleşir; “harici öteki olan” Kürt, “dahili öteki olan” Laz'ın mertebesine çıkarılır.
“Beyaz Melek” self-kolonyalizm ise “Yangın Var” soft-kolonyalizmdir. Her iki filmdeki efendi ya ikinci eldir ya da ikinci dereceden. Demek asıl efendiyle kurgusal dairede bile yüzyüze gelemiyoruz!
Kendimizi böyle böyle sevdirmeye bayılıyoruz işte; ama ne yaparsak yapalım, efendinin o pek kıymetli sevgi ve şefkati lirizm içinden gelmeyecek. Aksine davudî bir üst perdede olacak her zaman.
Belki de daha az otobüs yolculuğu yapmalıyım!
BİR GÜN
Batman’daki Yılmaz Güney parkında kaçak sigara almak için bir seyyar tezgâha yaklaştım. Başındaki adam sigara ile kartvizitini de uzattı. “Düğün ve cenazelerde çay ocağı hizmeti verilir” yazıyordu kartvizitte. Neden bunu verdiğini sorduğumda hiç istifini bozmadı adam: “Şenliğe de yasa da o kadar benziyorsun ki abi!”