YAZARLAR

Kaçmanın taze coşkusu

Bana şiirden kaçmak reva düştü. Yıllar sonra, kırk yaşından yanıtlıyorum. Evden mi kaçmalıyım? Kaçmalıyım. Hem belki Czentovic’i de yenerim.

Söylediklerine göre, memur bir komşumuz varmış. İsmim ondan emanet. 1977’nin ilk günlerinde, yerde kar, gökte kapkara bulutlar varken doğmuşum. Sonradan kızıyla arkadaş olacağım komşumuz Ebeanne (adıyla seslenen tek insan eşiydi) doğumumu ballandıra ballandıra anlattı yıllarca bana -önce- ve herkese -sonra-. Ay gibi doğmuşmuşum, doğar doğmaz böyle güzel çocuk görmemişmiş (burada yutkunur, sanki artık o kadar güzel bulmamasından, hatta güzel olmamamdan mahcup olurdu), usluluğum dillere destanmışmış (liseden tasdikname aldığım gün en çok o şaşırmıştı), bir defasında annem misafirliğe gitmiş de kalkarken beni orada unutmuşmuş, o kadar sessiz, sakin ve munismişim.

Adım Sıla. Sanırım bunu bir daha söylemeyeceğim. Kız kardeşim olsa adını Gurbet korlar mıydı, bilmiyorum. Sormak aklıma geldiyse de erteledim. Genelde ertelemekle meşhurum. Dünyaya doğru yürümekle değil.

Turgut Uyar derler, bir şair varmış. Fotoğraflarına bakılırsa, askerliğe hiç uygun görünmeyen bu adam, Posof’ta, Terme’de askerlik yapmış. İlk iki kitabında pek muvaffak olamamış ama üçüncü kitabı edebiyat tarihini değiştirecek, sarsacak kadar güçlüymüş. Dönemin namdar eleştirmenlerinden bir beyefendi daha ilk günden “Zarımı onun için atıyorum!” demiş hatta. O sarsıcı kitabının ardından epey yazmış. Şiirler şiirleri, düzyazılar düzyazıları izlemiş. Yetmemiş, “Veys” diye bir oyun yazmış da, yıllar sonra bulunacakmış.

Ama konu oyun değil. Şiirlerinden de söz etmeyeceğim bu şairin. Sadece bir şiirinden, hatta o şiirin de tamamından değil, belki bir dizesinden söz edeceğim. Bir dize mi gerçekten o? Cevabından pek emin değilim. Olsun. Ama, önce anlatmam gereken şeyler var. Mükerrem olsa (en yakın arkadaşımdır Mükerrem, onun da adı babaannesinden yadigâr), “Bir şeyi de doğrudan anlat be, hep uzatarak, her şeyi uzatarak anlatıyorsun. Dinleyenler başını unutuyor sen sustuğunda,” derdi gene. Olsun, Mükerrem çok akıllıdır. Ben o kadar değilim.

40 yıldır evdeyim. Lafın gelişi olan 40 değil bu, harfi harfine kırk. 1977’de gözümü açtığım dünya ile 2017’nin soğuk kışı arasında kırk yıl var. Ben kırk yıldır evdeyim. Neyi rakamla, neyi harfle yazacağımı öğrenmedim. Başka ne öğrenmedim? Evin bir dışı olduğunu. Bu dört duvarın içinden çıkabileceğimi. Özgürlüğü. Seyahati. Parklarda nefes almayı, sokaklarda kaygısız yürümeyi, serkeşliği, her şeyi unutacak en azından birkaç saatliğine unutacak kadar içmeyi, muhabbeti, ağız dolusu gülmeyi, her düşündüğümü söylemeyi, her düşündüğümü söylediğim için önyargıyla karşılaşmamayı, her düşündüğümü söylediğim için önyargıyı geç ciddiye alınmayı, buzdolabından istediğim saatte istediğim sütü almayı, salondan odaya kadar çıplak yürümeyi, tuvalette dilediğim kadar durmayı, koşmayı, yeşillikte ve asfaltta koşmayı -başını unuttunuz ama bağlayacağım- koşmayı koşmayı ciğerimi patlatırcasına koşmayı öğrenmedim. Hiçbirini, hiç kimseyle, hiçbir yerde. Eh işte kitap okudum elime geçtikçe. Şiir sevmem pek, Turgut Uyar dediğime bakmayın, işlevsel olduğu için söz ediyorum. Hayatta en çok sevdiğim kitap Satranç’tır. Hayatımda hiç satranç görmedim.

Korkuyorum. Evin dışına çıkmaya, seyahat etmeye, parklarda nefes almaya, sokaklarda kaygısız yürümeye, serkeşliğe, her şeyi unutacak kadar en azından birkaç saatliğine unutacak kadar içmeye, muhabbet etmeye, ağız dolusu gülmeye, her düşündüğümü söylemeye korkuyorum. Her düşündüğümü söylemeye, buzdolabından istediğim saatte istediğim sütü almaya, salondan odaya kadar çıplak yürümeye, tuvalette dilediğim kadar durmaya , koşmaya koşmaya koşmaya koşmaya koşmaya cesaretim yok. Birinin cebinden satranç kitabı çalıp ezber etmeye de cesaretim yok.

Yoktu.

Ölmekten korkuyorum. 40 yıllık ölüm korkumun dört duvara çarpıp bana dönmesinden bile korkuyorum. Kare mezardan, o kuyudan korkuyorum. Taziyelerden bile korkuyorum. Tenime en son ne zaman güneş değdi uzun uzun, unuttum. Unutmadıklarımın hepsinden korkuyorum.

Adım Sıla, işte bir kere daha söyledim. Kimi derviş doğarmış kimi sultan. Kimi külhanda doğarmış, kimi mihman olurmuş. Kimi yardan cüda düşermiş, kimi öz yârine mihman.

“Atları Seven Bir Çocuk” şiirini okudum. Hayatta mı kalmalıyım, yoksa sonraki bütün “Gurbet”ler için ilham mı olmalıyım? Evden mi kaçmalıyım? O şaire sorsan, kaçmamalıyım. Bana şiirden kaçmak reva düştü. Yıllar sonra, kırk yaşından yanıtlıyorum. Evden mi kaçmalıyım?

Kaçmalıyım. Hem belki Czentovic’i de yenerim.


Mehmet Said Aydın Kimdir?

1983 Diyarbakır. Kızıltepeli. Türk Dili ve Edebiyatı okudu. Üç şiir kitabı var: “Kusurlu Bahçe” (2011), “Sokağın Zoru” (2013), “Lokman Kasidesi” (2019). “Kusurlu Bahçe” Fransızcaya tercüme edildi (2017). “Dedemin Definesi” (2018) isimli otobiyografik anlatısı üç dilli yayımlandı (Türkçe, Kürtçe, Ermenice). Türkçeden Kürtçeye iki kitap çevirdi. BirGün ve Evrensel Pazar’da “Pervaz” köşesini yazdı, Nor Radyo’da “Hênik”, Açık Radyo’da “Zîn”, Hayat TV’de “Keçiyolu” programlarını yaptı. Editörlük yapıyor.