YAZARLAR

Mesele Almanya değil özgürlük

Türkiye’de aydının da muhalif siyasetçinin de ödevi herhalde özgürlüğün, hukukun üstünlüğünün, ve (o olmadan önceki ikisi olamayacak) laikliğin savunusunu yapmak. Anayasaya aykırı da olsa dokunulmazlıkların kaldırılmasına evet diyen ana muhalefet, bu kez de Almanya’nın hangi saiklerle bakan ziyaretlerine izin vermediğini görmezden gelerek, bu saiklerin neler olduğunu yüksek sesle dile getirmeyerek yine tarihin yanlış tarafında yer alıyor.

Önce Almanya sonra Hollanda ve Avusturya bazı bakanların kendi ülkelerinde EVET toplantıları yapmalarına izin vermedi. İktidarın kendince “demokrasi dersi” vererek tepki göstermesine ana muhalefet ve kimi “özgürlükçü” düşünce insanları da destek verdi. Bazıları da Almanya’nın tutumunun EVET kampanyasını güçlendireceğini ve demokraside çifte standart gösterdiğini de ileri sürdü.

O arada ülkemizi ziyaret ederek Boğaziçi Üniversitesi’nde bir ders veren İngiltere’nin saygın günlük gazetesi Guardian’ın tanınmış yazarı Timothy Garton Ash, başkanlık referandumu ve Türkiye’de demokrasinin geri dönülemez biçimde otoriterliğe (bana göre halihazırdaki otoriter rejimden totaliterliğe) kaymasına değindiği yazısını Cumhuriyet gazetesinde de yayımladı.

Ash Türkiye’deki durumu yargı, medya ve mıuhaliflere yönelik olarak Putin’in baskıcı yaklaşımıyla da karşılaştırdığı yazısında “biz ne yapabiliriz” sorusuna da yanıt arıyor. Ayrıca Ash, SSCB döneminde olduğu gibi bugün, Batı’nın sivil toplum, akademya ve medya kurumlarının Türkiye’deki muhataplarıyla dayanışma içinde olmalarını öneriyor.

CHARLİE HEBDO KATLİAMI

Benzeri bir çelişkiyle Charlie Hebdo katliamı sonrasında da karşılaşmıştık. Dönemin Fransa Başbakanı Valls, katliam sonrası mecliste yaptığı konuşmada elini kürsüye vurarak, laik bir ülke olan Fransa’da kutsal değerlere hakaretin (“blaspheme”) suç olmadığının altını çizmiş, bizde ise keza dönemin başbakanı Davutoğlu cinayetleri kınamakla birlikte dinsel hassasiyetlere dikkat çekmişti.

Nitekim Cumhuriyet yazarları Ceyda Karan ve Hikmet Çetinkaya, Charlie Hebdo’nun gözü yaşlı bir Hz. Muhammed’i tasvir eden “her şey affedildi” ibareli kapağını köşelerine taşıyınca haklarında dava açılmıştı. Bugünkü bakanların Almanya’da konuşma yapmalarının engellemesinde olduğu gibi, o zaman da siyasal yelpazenin her kanadından söz konusu iki köşe yazarı eleştirilmiş, en hafifinden anlayışsızlık veya bilinçsizlikle suçlanmıştı.

YA HÜRRİYET, YA İSTİBDAT

Ben, kendi adıma o zaman da sosyal medya üzerinden, Türkiye’de dinsel hassasiyetlere ilişkin bir sorun bulunmadığını, hiçbir biçimde ibadet kısıtlamasıyla karşılaşılmadığını, sorunun temel hak ve hürriyetler ile hukukun üstünlüğünün savunulmasından ibaret olduğunu savunmuştum. Bugün de hukuk olduğu takdirde karşılıklı anlayışa gerek bulunmadığı kanaatindeyim ve bir yerde hoşgörüden söz ediliyorsa, oradan koşarak uzaklaşmak gerektiği görüşümü koruyorum.

Mesele konu hürriyet olduğunda bunda hiç bir pazarlık payı bulunmaması gerektiğinden ibaret. Ancak herhangi bir siyasal akım gibi her yönüyle eleştirilebilecek hatta çoktan köhnemiş milliyetçiliğin (ve onun utangaç kardeşi ulusalcılığın) vatanseverlikle belki eşdeğer tutulduğu ülkemizde, anayasal yurttaşın özgürlüğü hayatının merkezine koyarak var olması olanaksız.

TURPUN BÜYÜĞÜ HEYBEDE

Uluslararası alanda ise konu giderek İslamcılık ile demokrasi bağdaşır mı sorusundan, İslam ile demokrasi bağdaşır mı sorusunun tartışılmasına evrildi. Almanya’da nasıl Hristiyan Demokrat Parti oluyorsa, AKP’nin ilk döneminde de ülkemizde Müslüman Demokratlık mümkün diyenler vardı. Ben de bunlardan biriydim. Geldiğimiz aşamada ise Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 16 Nisan referandumunu “demokrasi tıramvayından inilecek durak” (bu itibarla deyim yerindeyse “menzil-i maksut”) olarak gördüğünü düşünenler çoğalıyor.

Önceki ABD Dışişleri Bakanı son konuşmalarından birinde İsrail için “ya Yahudi devleti olmayı ya demokratik bir ülke olmayı seçeceksiniz” diyerek, ikisinin bir arada mümkün olamayacağının altını çizmişti. Bu ifadelerin Türkiye için kullanıldığını düşünebilir miyiz? Her iki din de aynı zamanda bir kurallar manzumesi olduklarına göre, biri yarın bize dönüp “ya İslam ülkesi ya demokrasi olabilirsiniz” derse yanıtımız, tepkimiz ne olurdu ?

BATI’DAN KOPUŞ

Yetkin köşe yazarı Soli Özel bir önceki yazısında “İki yüzyıllık tarihin yönünü değiştirme sevdası, Cumhuriyet projesini düzeltmek ve ileriye taşımak yerine kısırlaştırma eğilimi, ülkeyi dünyadan koparıyor” diyor ve asıl meselenin ne olduğunu sarih şekilde ortaya koyuyor. Yani koparma eyleminin öznesi biziz –mevcut örnek vakalar üzerinden gidersek Almanya, Hollanda, Avusturya değil.

Bu durumda Türkiye’de aydının da muhalif siyasetçinin de ödevi herhalde özgürlüğün, hukukun üstünlüğünün, ve (o olmadan önceki ikisi olamayacak) laikliğin savunusunu yapmak. Teröre karşı açık çek, Suriye’ye asker göndermek için tezkereye evet, anayasaya aykırı da olsa dokunulmazlıkların kaldırılmasına evet diyen ana muhalefet, bu kez de Almanya’nın hangi saiklerle bakan ziyaretlerine izin vermediğini görmezden gelerek, bu saiklerin neler olduğunu yüksek sesle dile getirmeyerek yine tarihin yanlış tarafında yer alıyor.


Aydın Selcen Kimdir?

1969 İstanbul doğumlu ve Saint Joseph Lisesi ile Marmara Üniversitesi İngilizce Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur. 1992-2013 arasında Dışişleri Bakanlığı'nda meslek memuru olarak çeşitli görevlerde bulundu. Son olarak 2010-13 tarihleri arasında Erbil Başkonsolosluğu görevinde bulundu. Merkeze döndüğü gün "memuriyetten istifa etti." Genel Energy petrol şirketinde bir buçuk yıl siyasi danışmanlık yaptı. 2015'den beri bağımsız olarak özellikle Irak ve Suriye konularında yazıyor. Galatasaray kongre üyesidir. Alaz adında bir kızı var.